2 Temmuz 2009 Perşembe

Bölüm Bölüm Yasin-i Şerif

Birinci Bölüm (Âyet 01-12)

Âyet 1: Yâsin.

Âyet 2: Hikmetli Kur'an hakkı için,

Âyet 3: Şüphesiz son gönderilenlerdensin,

Âyet 4: Sırati mustakimdesin

Âyet 5: Tenziliyle o aziz rahîmin.

Âyet 6: Ataları inzar edilmemiş, gaflette olan bir kavmi inzar edesin.

Âyet 7: Bunların çoğu üzerine o söz hak olmuştur, inanmazlar.

Âyet 8: Biz, onların boyunlarına, çenelerine kadar lâleler geçirdik. Burunları (kafaları) yukarı kalkıktır.

Âyet 9: Önlerinden ve arkalarından bir set çektik. Onları salıverdik artık (Baksalar da görmezler.)

Âyet 10: İnzâr etsen de, etmesen de onlar için musavidir, (çünkü) inanmazlar.

Âyet 11: Sen ancak, zikre uyanı, Rahman'a gayben haşyet duyanı inzar et. İşte onu, hem bir mağfıretle ve ecr-i kerimle müjdele.

Âyet 12: Biz, biziz, ölüleri diriltiriz.

Ve takdim ettiklerinizi, bıraktıklarınızı kaydederiz.

Ve herşeyi bir imam-ı mübinde ihsâ ettik (Hesap kayıtlarını tespit ettik).

Sûrenin bu 12 âyeti, Kur'an'ın en önemli âyet gurubudur. Bu anlamda, her mü'minin harf harf bilmesi gereken ilâhî bir bildiridir. Bu küçük kitabımı okuyan okuyucu kardeşlerimden rica ediyorum; Yâsin'i ezbere bilmiyorlarsa bu on iki âyeti ezberlesinler ve sık sık okusunlar.

Şimdi âyetleri tek tek inceleyelim:

Ayet 1: "Yâsin "

Efendimiz bir hadisinde: "Benim Kur'an'da 7 ismim var:

Ahmed, Muhammed, Tâhâ, Yâsin, Abdullah, Müddessir, Müzemmil" buyurmuşlardır.

Yâsin, Efendimizin Sidre-i Münteha'dan ötedeki ismidir. Sidre'nin bu yanı da Muhammed Mustafa (S.A.V.) dır.

Bu varlık, özellikle melekler, efendimizi lâtif âlemde Yâsin diye zikrederler. insan yüceliği, mânâ âlemine intikâl ettiğinde, onun oradaki pasaportunda Yâsin'in Ümmeti yazılmış olmalıdır.

Sûre-i Tekâsür'ün Yorumu'nda açıklayacağım Berzah (intikal âlemi) âlemi'nde de Yâsin sırrının kalbimizde yazılı olması, yegâne yakıttır. Eğer gönlümüzde bu sır yoksa, Berzah'da bocalar dururuz.

Bu nedenlerle âyet şöyle yorumlanır:

Kur'an Hakkı için sen, beşeriyeti kurtarmak için göreviyle Sidre'nin ötesinden gelen Yâsin'sin

Enfüsî mânada:

Ey gönül, Yâsin sırrını hatırla ve bunu içine nakşet. Günün birinde mânâ açılınca senin lisan anahtarın Yâsin'dir

Sidre-i Müntehâ ötesinden gelen Sırr-ı Muhammedi, Sidre'de (Yani varlıkların sistematiği) tüm varlıklara ışık olmuştur.

Ayet 2: "Hakîm olan Kur'an hakkı için"

Hakîm'in üç mânası vardır; Kur'an için üçü birden geçerlidir.

a) Hikmetli,

b) Kudretli, her şeye hâkim,

c) Bozulması imkânsız bir sağlamlık (Muhkem).

Bu âyet-i kerîmenin başındaki vav (ve) kasem işaretidir. Daha önceki kitaplarımda da açıkladığım gibi: Arap Edebiyatında kasem, bir hitap tarzıdır. Bilimsel konu konuşulurken daima ilmî bir örnek verilerek kasem edilir. Bu tarz karşılığın, Türkçemizdeki yeminle bir ilgisi yoktur. Ancak Arapçada "Şu gerçeğe yemin olsun, şu gerçek hakkı için" anlamına kasem tarzı vardır. Burada önemli olan Kur'an üzerine kasemdir. Hem de "Hakim olan Kur'an'a kasem olsun ki" cümlesindeki inceliktir. Bir edebî tarz zorunluluğu olarak Kuran'da pek çok bilimsel delil kasemleri vardır. Kur'an üzerine kasem, yalnız efendimizden bahsedilerek yapılmıştır.

Önsözde de değindiğim gibi Yâsin Sûresi, efendimizin sırrını evrenlere îlan hikmeti taşıdığından, Allah, emirlerine :"Hakîm olan Kur'an'a kasem"le başlamaktadır.

Bu âyet, sûrenin üç önemli sırrı taşıdığını da dolaylı olarak ilan etmektedir:

1-Hikmet

2-Kudret ve Hakimiyyet

3- Muhkem, yani kesinlik,

Bu nedenle Yâsin âyetleri, tartışılamayacak ilmî yasalar getirir. Bunları sırası geldikçe göreceğiz.

Sûre 85, âyet 22'de bildirdiği gibi Kur'an Levh-i Mahfuz'dur. O'nun kompitür sisteminin Arapçaya çevirisidir.

Âyet 3: "Şüphesiz sen gönderilenlerdensin (Peygamberlerdensin) "

Âyetin "mürselin" kelimesiyle "gönderilenlerdensin" şeklindeki hitabı, Peygamberlik kavramını getirmekle beraber, enfüsî anlamda daha geniş kapsamlıdır. Bu mânâlar şöyle özetlenebilir:

1-Sen, hakîm olan Kur'an'ın sırrını insanlara, evrenlere anlatmak için gönderildin.

2-Senin peygamberlik sırrın, Kur'an'ın reddedilemez mûcizelerinde âşikârdır. Çünkü "hakîm Kur'an" kavramında, hikmetli Kur'an sırrı da vardır ki; hikmetli, fizik yasalarla donatılmış anlamına da gelmektedir.

3- Allah, Kur'an'ı; Levh-i Mahfuz'u efendimize inzâl etmekle, O'nun indindeki sevgisini tüm evrene ilân etmektedir.

4- "Mürselîn" kelimesinin enfüsî mânâsı; "gönüllere Allah sevgisini iletecek sensin" demekdir.

Âyet 4-5: "Tenziliyle o aziz rahimin sırat-ı müstakimdesin.

Bu âyetler, efendimizi tarif eden çok önemli âyetlerdir. Toparlayıcı bir çeviri ile:

O aziz ve rahîm olan Allah'ın inzâli, seni Sırat-ı Müstakime sahib kılmıştır. Daha önce kelimeler üzerinde bir bilgi tazelemesi yapalım:

Aziz ve Rahîm, Cenab-ı Hakk'ın çok önemli iki esmâsıdır.

İnzal, inmek demektir. Ancak bu iki kelime, âyetlerin inzâli anlamına gelir ki; Allah'ın bir sırrı, levh-i mahfuzdan alarak Kalb-i Muhammediye (A.S) intikal ettirmesi demektir. Cebrâil'in rolü burada verilen âyetin lafzını aynen efendimize intikal ettirmektir. Ancak burada çok önemli bir noktayı bilmek gerekir. Efendimize bir âyet inzal olur olmaz hemen ezberler ve onun açıklamasını lütfederdi. İşte inzalde bu önemli hikmet vardır; ilâhi hikmetin Kalb-i Muhammediye nakşı söz konusudur.

Âyet-i Kerîmede inzal sırrının, Allah'ın Azîz ve Rahîm esmalariyle intikalinin zikrinde fevkalade önemli hikmetler vardır.

Aziz esması, yüce sevgi hikmetini taşımaktadır. Ancak ilâhi saltanatın doyumsuz güzelliğine ait bu yüce sevgide, bağlılığın da en büyüğü mevcuttur.

Rahim sıfatının hikmetlerine gelelim: Cenab-ı Hakk'ın sonsuz kudret, sevgi ve merhamet sıfatlarını temsil eden Rahman sıfatının tüm evrene dönük olmasına karşılık,

Rahim sıfatı yanlızca inançlara yönelmiştir. Rahim sıfatında kudret, sevgi ve merhamet vardır. Ancak Rahman fatı gibi tüm evrene tecelli etmez; yalnız inananlara inançları nispetinde tecelli eder.

Azizürrahim birlikte zikredilince mânâ daha netleşir.

Tüm güzellikleri sırr-ı ilâhi cemal hikmetindendir. O sevgiliyi iman şevkiyle seven, O'nun saltanatına büyük bir hürmetle sığınana, Allah'ın sonsuz sevgi ve merhametinin tecellisi zuhur eder.

İşte efendimizin sırrı bu noktadan seyredilerek anlaşır. Madem ki Allah güzelliğini sonsuz bir iman yakınlığı ile sezmek efendimize hâs bir sanattır; o halde Allah, efendimizin gönlüne aziz ve rahîm sırrıyla kendi hikmetini inzal ve tecelli ettirecektir. Bu tecelliden Sırat-ı Müstakim hikmeti doğar.

Sırat-ı Müstakim, kelime anlamıyla doğru yol olarak tanına gelmiştir. Halbuki Arapçada doğru yol Tarîk-i Müstakim'dir.

O halde neden hem Fatiha'da hem bu âyette Sırat-ı Müstakim tanımı vardır?

Sırat, bir takım noktaların birleşmesinden doğan hattır. Doğru bir çizgidir. Ancak bu doğruluk geometrik bir çizgi demek değildir. Her olayda en doğrunun tesbit edildiği noktaları birleştirerek elde ettiğimiz bir doğrudur.

Azizürrahim sırrından gönlü inzal ile dolmuş efendimizin Ahlâkı, sırat-ı müstakimdir. Kur'an'dan önce Sırat-ı Müstakim kavramı yoktu. Tarîk-i Mustakim tanımı vardı. Bu tanım ise herkesin yolunu doğru sanması yanılgısını getiriyordu.

Sırat-ı Müstakim, Allah tarafından, O'nun Azîz ve Rahîm sırrıyla çizilen bir yoldur. Bir başka tabirle Allah caddesidir; Allah'a giden yoldur.

İşte Allah, sevgili habibini bize tanıtırken:

"Ben O'na aziz ve rahim sıfatımla Kur'an'ı inzal ettim, O'nun yolu sırat-ı müstakimdir. Bana ancak o caddeden gelinir" buyuruyor.

Bu âyetlerin enfüsî manalarına gelince:

a) Sevgili habibim, senin kalbine Azîz ve Rahîm sırrımı indirdim. Bütün âlemler senin yolundan bana mecâl bulabilir.

Sen âlemlere rahmetsin (Rahîm sırrı). Seni, "Levlâke levlâk, lemmâ halaktü'l-eflâk" (Sen olmasaydın, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım) Hadis-i kutsi emriyle aziz kıldım.

b) Senin sırrını azîz sırrrımla Yâsin'de, Rahîm sırrımla Fatiha'da tüm âlemlere ilân ettim.

c) Senin inzar görevin, benim güzelliğimi gönüllere aksettirmektir.

Evrenler ve hikmetler ancak böyle bilinebilir.

Âyet 6: Bu âyeti, Kur'an metninden aynen çevirmek istersek:

"İnzar edesin diye, o kavim ki babalarına inzar olmadı, gaflettedirler. "

Bu âyet ilk bakışta belli bir kavme inzar, yani hak dini getirmesi, şeklinde anlaşılabilir. Halbuki 7'inci âyetten anlaşılabileceği şekilde bütün insanları kapsamaktadır. Âyetin bu tarz verilmesinin çeşitli incelikleri vardır. Şöyle ki:

a) Senden önce gelen dinler, şu andaki nesiller tarafından kaybedilmiş unutulmuş. Bu yüzden şu anda toplum gaflet içindedir.

b) Özellikle İslâmiyet, her devirde dâima genç kuşaklara hitap edecektir. Çünkü bu âyet, "Babaları inzar olmamış" tanımıyla gençleri hedef almaktadır.

c) Enfüsî mânâda inzar, ancak efendimizin san'atıdır. Çünkü gönlüne azizürrahim sırrıyla Muhammed zevki düşmeyen her şey gaflettedir. Diğer peygamberler dahi bu sırrı mânâdan verirse îman tahakkuk eder, aksi takdirde nesiller boyu gaflet mukadderdir.

Edebî anlamda da, enfüste de inzar, gönle gerçeğin zerkedilmesi (enjeksiyonu) demektir.

Ayet 7: "Çoğunluk gerçeği duyduğu halde îman etmezler"

Lekad kelimesindeki lâm, aynı zamanda şiddetli vurgulamadır. Bu yüzden tefsirler, âyetin başında parantez içinde "celâlim hakkı için" diye yorum yapmışlardır.

Bu iki âyet, çok ince bir nüansı getirmektedir, şöyle ki:

Bir insanın gerçekleri duyması, hatta bilmesi başka şeydir; inzar'ı başka şeydir. İnzar, bir gerçeğin kalbe intikal ettirilmesi sırrıdır. Efendimize has ilâhî bir san'attır. Nitekim kalplerini günahlarla doldurarak inzara imkan vermeyenler küfr-ü inadide saplanır kalır.

Nitekim Ebû-Cehil'in, Ebû-Süfyân'ın genel kültürleri çok üst düzeydeydi. Fakat ilk çağda ikiside inzâr olmadı. Ebû-Cehil küfr içinde defolup gitti, Ebû-Süfyan sonradan inzar oldu. Hatta sûre-i Müddessir'de bizzat Kur'an'ın emrettiği âyet manasına göre VELİD BİN MUGIYRE zekâ itibariyle, kültürü itibariyle tekdendi, fakat inzar sırrına ulaşamadan geberdi. Bu kelime âyette geçtiği için ancak kullandık.

8, 9, 10'uncu âyetler, işte gerçeği duyduğu halde iman etmeyenleri; inzar olunma kabiliyeti olmayanları açıklayacaktır.

Ayet 8: "Biz onların boyunlarına lâleler geçirdik. "

Lâle, boyna geçen demir halkadır. Elbette âyetteki lâleden kasıt, manevî bir halkadır. Ancak âyet, manevî halkanın madde görünümünde de farkedileceğini haber veriyor. Bu çemberler, boyunlarına kadar oturmuşdur. Bunun için burunları, kafaları havadadır. Menzilinden saptığı için karşılarındaki gerçekten gafildirler.

Âyette geçen "Ağlâlen" boyuna geçen kelepçedir. Bu halka:

a) Günahlarından doğan boyun kelepçesidir.

b) Gururları onları boğacak gibi boyunlarından sarmıştır.

c) Gurur ve g,ünahları onların boynunu öylece sıkmıştır ki, gözleri görmez olmuştur.

Boyunda bulunan bir sempatik gangilion sıkıldıkça refleksle göz bebekleri küçültür.

Bu âyet, burnu yukarda, kafası yukarda olmayı şeklen bile yasaklamıştır. Ayrıca böyle başı havada mağrurlara karşı bizi uyarmakta, onların boynunda günah ve gurur kelepçesi olduğunu bildirmektedir.

Aman inanan kardeşlerim, yürümenize, duruşunuza çok ciddi olarak dikkat edin. Bu tasma yavaş yavaş teşekkül eder; aman buna meydan vermeyin, günahlarınızı alt seviyede tutun, gururun semtine uğramayın.

Âyet 9: "Hem önlerinden, hem arkalarından bir set çektik, onları salıverdik; artık görmezler. "

Bu âyet, 8'inci âyetin sonucunu yorumlamaktadır: Böylesine gururuna esir olup boynuna lânet halkası geçirdiklerimizin etrafına öyle manevi enerji perdesi geçiririz ki, hiç bir şeyi görüp farkedemezler. Hani uzay filmlerinde bu tarz elektronik gösterileri sık sık görmüşsünüzdür.

Boyun kelepçesinin ve mağrurun etrafındaki manevi perdenin hikmetlerini şöyle açıklayabiliriz:

a) Böyleleri kendinden başkasına zarar veremez şekilde tecrid edilmiştir. Onların göstermelik azametine bakıp da ciddiye almayın.

Bu âyeti, kâfir bir düşmanı olan inananlar sık sık okursa, onların her türlü şerrinden uzak kalır.

Yine bu âyet, nûr-u Muhammedî'nin düşmanlarına karşı ı icra olunan ilâhi bir sigortadır.

b) Âyet, enfüsî mânada nefsin şerrinin akıbetini anlatıyor.

Eğer Allah mağrur nefsin önüne ve arkasına bir manevi perde çekmeseydi, o sonsuz nüfuz, kabiliyetle gönlü hemen istilâ eder; imanları mahvederdi. Allah bu âyetle inananlara, gönüllerindeki efendimizin sırrını yaşatmaları şartıyla garanti veriyor.

Bu on iki âyet efendimizin şanını evrene açtığından: Ey habibim, sana karşı gelen tüm mağrurları, zahirî azametli halleriyle birlikde tecrit (ayrı ve uzak tutma) ve tenkil (Öteleme) ettim, buyuruyor.

c) Yine enfüsî mânada:

Önlerine hırs, tamah ve hissetten bir set, arkalarına zulmet-i beşeriyetten (Beşer karanlığı) bir set çektik. Kendilerini kendi günahlarıyla tecrit ettik. Artık gerçeği göremezler. Senin açık gönüllere coşan sırrın, onların mühürlü kalplerine yansımaz.

Âyet 10: Şimdi tekrar yeni bir açıklama geliyor:

"Onlar için inzar etsen de bir, etmesen de aynıdır. Onlar iman etmezler. "

Demek ki boynuna gurur kelepçesi geçirilenler için, evrenin her yanını aydınlatan İnzar-i Muhammedî (S.A.S.) bir hayat getirmiyor. Çünkü onları Allah tecrit ve tenkil etmiştir, onların gerçeği görme ihtimalleri hiç yoktur.

Gönül kapısı kapalı olanları Allah, Yâsinde, boyunlarına gurur kelepçesi geçmiş olarak tarif etmekte, onları uyarmak için efendimizin yorulmamasını bildirmektedir.

Şüphesiz böylelerinin durumu her devirde aynıdır. Tıp bilimine göre gurur, aşağılık kompleksinden kurtulmak için şuur altının (Nefsin) icad ettiği vahim bir yanlışlıktır. Mükemmel olan insanda gururun zerresi yoktur. Halbuki çok özürlü olanlar, akılsız gururlarının esiridirler. (Boyun kelepçesi), onun için onlara gerçekleri bilimsel olarak anlatmak mümkün değildir.

Âyetin enfüsî manasına gelince: "Habibim, onlar elestte de belî (evet) demeyen sapık, nefslerdir. Onlar iman et­mezler, boşuna yorulma, onlara inzar (uyarı) fayda vermez.

Şimdi Allah, inzar sırrının hikmetini, Efendimizi gönlüne sindirecek olanların vasfını bildiriyor:

Âyet 11: "Ancak onları inzar et ki;

a) Zikre uyanlar,

b) Rahmana gayben haşyet duyanlar. "

Demek ki, efendimizin inzarına muhatab olmak, lâyık olmak için bu iki temel şart gerekiyor. Acaba bu şartların sırrı neden?

A) Zikre uyanlar: Genel anlamda Kur'an'ın feyzini izleyen, ona uyanlar. Zira Kur'an'ın bir yönü de zikrullah olmasıdır.

Zikr, anma anlamına kullanılır. Ancak Allah'ı anış zikridir. Zikir üç tarzda olur:

1- Lisanen anış; meselâ Allah'ın hay ya da rahmân esmasını belli bir sayıda tekrar etmek.

2- Gönülden her an ilâhi hikmeti seyretmek, sezmek.

3- Fiilen zikretmek, Kur'an'a uymak; âyet-i kerimede "zikredenler" denmeyip de "zikre uyanlar" diye emrolduğuna göre, kasıt fiilen zikirdir. Kur'an'ın emrettiği şekilde ibadet etmek, haramdan sakınmak, merhametli olmak, sabretmek, hep bu âyetin kastettiği uygulamalı zikirlerdir.

Kur'an'ı izlemek ve ona uymak zikir olduğuna göre, zikrin, önemli bir tanımı da:

Ahlâk-ı Muhammedî'ye (S.A.S) uymaktır. Zira biz ne kadar can-ı yürekten istesek de Kur'an'ı uygulamayı be­ceremeyiz. Ancak Ahlâk-ı Muhammedî'ye uyarak Kur'an'ı fiilen zikretmiş oluruz.

B) İnzara layık olmanın ikinci maddesi; Rahman'a gayben haşyet duymaktır. Bu âyetin birinci cümlesi; yani zikre uyanlar emri, ahlâkı ve ameli, Rahman'a gayben haşyet duyma tanımı da imanı tarif etmektedir.

Kur'an'ın bir çok âyetinde:

"Âmenû ve amilüssâlihati" yani inananlar ve güzel davranışta, harakette bulunanlar, tabiri geçer. Çoğu bilim adamı bu tanımın ayrıntılarını tartışır durur. Halbuki Yâsin'in bu 11'inci âyeti, işte inananları ve güzel davranış ve harakette bulunanları net bir şekilde tarif etmektedir:

"Güzel amelde bulunanlar" işte izahını yaptığımız "zikre uyanlardır."

Şimdi imanın öz bir tanımını bu âyetteki kalıba uygun olarak açıklayacağız. Böylece imanın temel ilkesinin yine Yâsin'den öğreneceğiz.

Nedir Rahman'a gayben haşyet duymak? Bazı müfessirler bu tanımı şöyle açıklamışlardır:

Ahirete, görmüş gibi inanmak.

Rahman'a gönülde haşyet duymak. Ancak konu daha kapsamlıdır.

Rahman'a gayben haşyet duymak, umumi bir iman tanımıdır. Sûre-i Bakara'nın üçüncü âyetinde iman edenler için "gayba iman edenler" tanımı kullanılır.

Kelime-i şehadette "Şahidim ki Allah'dan başka ilâh yoktur,

Şahidim ki Muhammed O'nun kulu ve elçisidir." kalıbı fevkalâde ilginçdir. Biz Allah'ın varlığına ve Efendimizin peygamberliğine, görmüş gibi inandığımızı bildiriyoruz.

Halbuki iman, gayba imandır Gayb demek, gerçek olduğu halde geçici olarak göremediğiıniz hikmettir. Bir şeyi gaybettik demek, yüzde yüz var olan bir şeyden bir süre uzaklaşmak demektir.

İman, kalbe yönelik olduğu için gayb, kalp için açıktır. Biz kalben iman ederken Allah'ın varlığını göremeyiz, ama onu yaşıyor gibi hissederiz. Bu iman, aklın gaybe imanıdır.

İşte âyet bu bölümünde imanın önce gayb sırrını öğretiyor. Ancak fevkelâde büyük bir incelik göstererek "Allah'a gayben iman" demiyor, "Rahman'a gayben haşyet duyan" diyor. Zira kalbin Allah'ın gayb sırrını sezmesi için Rahman esmasının tecellisi şartdır. Ve Allah'ı kalben seziş bir haşyet duygusu şeklindedir.

Rahman esması, Allah'ın zat sıfatına en yakın sırrıdır; kudret, merhamet, sevgi gücünün tümüdür.

Şu halde Allah'ın tüm evrenlere; cazibeden atomdaki interaksiona kadar hayat veren sırrı, Rahman sırrıdır. Bu sır, kirlenmemiş temiz bir kalbe düşünce, onda gayb imanı ve haşyet meydana getirir.

Bu kısa açıklamamızda yalnız haşyet kelimesinin yorumu eksik kaldı. Haşyet uymak, mürıhasıran kalbe ait bir duygudur ve yalnız Allah'a karşı duyulur. Rahman sıfatına haşyet duymak demek, hem O'nun sevgi ve merhametinin cazibesine katılmak, hem de yine Rahman sıfatının bir hassası olan kudrete karşı ürperti duymaktır.

Allah'a hasyet duymakla O'nun hem cemaline sevda, hem celâline karşı ürperme ve ittikıa (emre uyma) duygusu vardır.

İşte Yâsin'in bu müthiş âyeti, insanın gerçeğini pek net şekilde ta özünden böylece açıklamıştır. Bu yasa karşısında hiç kimse iman için uydurma tanımlar yapamaz.

Kavranması oldukça zor bu tanımı, daha yüzeyden kısa çerçevede sunmak gerekirse:

1- İman, gaybadır (gözümüzden bir süre kaybolan mutlak gerçeğedir.)

2- İman, kalbde duyulan bir haşyet duygusudur; onda sevgiyle karışık bir ürperme hazzı vardır.

3- İman, Rahman esmasının gönülde yarattığı zorunlu bir ateştir. Kalbi temiz olan, evrenlerin yücesi Efendimizin inzarı demek olan bu ceryanla hemen hayat bulur; iman eder.

4- Gönüllerde azizürrahimin hikmeti olan Kur'an, haşyet uyandırmıyorsa o kalp hastadır. Gururla sakattır; hayat bulmaz.

Âyetin son bölümüne gelince; "Onlara hem mağfiret ve hem bir ecr-i kerim müjdele." Demek ki Efendimizin inzar sırrı, tebliğ ve uyarı hikmeti, yanlız gönülleredir. Ve gönüllere sonsuz bir mağfiret, ebedî bir ikram müjdesidir.

Bir çokları ilâhi tebliği ve inzarı korkutmak olarak yorumlamaya kalkışmıştır. Halbuki âyetin bu cümlesi yanlış yorumları yasaklar. Allah, Efendimize "Sen yanlız gönlü açık olanları inzar et ve onlara Allah'ın şefkat, merhamet ve afv demek olan mağfiretini müjdele, bir de onlara sonu gelmez ilâhi ikramları müjdele" emri ile, inzarın bir müjde olduğunu bildirmektedir.

Muhterem okuyucularım, tekrar ifade ediyorum: İslâmiyet, efendimizin bir müjde çağrısıdır; ilâhi ikramları, sonsuz mağfireti gönüllere müjdelenen bir çağrıdır. Onu başka türlü anlayanlara veyl.

Âyet 12: Bu âyet insanların sonsuzluktaki hayatın temel yasasını açıklıyor ve Allah âyette: "innâ nahnu" diye başlıyor. Bu kalıbı Elmalı merhum "biz biziz" diye çevirmiş. Gerçekten anlamı:

Allah'ın kudretini ilan ederken kullandığı azametli bir tanım "biz biziz" ve hemen ardından,

"Ölüleri diriltiriz. "

Sizce imkansız olan her şey benim kudretim karşısında derhal meydana gelir.

Dikkat ederseniz Allah ben ölüleri diriltirim demiyor. Kudretini tam ilan ediyor.

"Biz biziz, ölüleri diriltiriz. "

Âyetin başlangıcındaki çok önemli bu tarz girişi yazık ki çevirenlerin bir kısmı görmezden gelerek "Biz ölüleri diriltiriz" diye kaydetmişlerdir. Elbette büyük yanlış.

Âyetin ikinci cümlesi:

"Takdim ettiklerinizi ve eserlerinizi kaydederiz" emridir. Açıkça anlaşılacağı şekilde; hayatta iken her halinizi, ortaya koyduğunuz maddî, manevî tüm eserleri (Hayır, Hasenat, Kitap, vs.) kaydederiz buyuruyor.

Âyetin son cümlesinin tanımı ise oldukça güçtür:

"Ve her şeyi bir imam-ı mübînde ihsâ ettik. " Dikkat ederseniz bu cümleyi aynen koruyarak yorumlamaya çalışıyoruz. Şimdiye kadarki tefsirlerde imam-ı mübîne sağlam bir açıklık getirilememiştir. Kur'an'da geçen Kitab-ı Mübîn; apaçık, ayan beyan kitap demektir. Ancak

İmam-ı Mübîn'i de aynı anlamda kabul etmek oldukça zordur. Zira öyle olsa imam-ı mübîn yerine âyette kitab-ı mübîn yazılırdı. İmam-ı Mübîn; levh-i mahfuz, ya da kitab-ı mübîn tanımına yakın bir tanımdır, ancak farklıdır.

İmam-ı mübîn tanımının anahtarı "ihsâ" kelimesindedir.

İhsâ; bir şeyi inceden inceye hesaplayarak kaydetmek demektir.

Şu halde İmam-ı Mübin; insanların tüm fiillerini, davranışlarını, eserlerini kaydeden bir kayıt merkezidir. Çağımızda böyle ilâhi bir kompitür merkezinin ne denli hassas bir sistem olduğunu pek açık bir şekilde (mübîn) anlıyoruz

Eski tefsirlerde, imam-ı mübîn'le ihsâ (hesaplama, hesap kaydı) arasında ilgi kurmak mümkün olmadığı için tereddütler hâsıl olmuştur.

İmam-ı mübîn; levh-i mahfuz'un özellikle kompitür matematik kayıt merkezidir. Burada mübîn; apaçıkdan kasd, bilimsel açıklık, bilimsel netliktir. Nitekim kompitürün en önemli özelliği de netlik, apaçık doğruluktur

Bu âyetin enfüsî mânasına gelince:

Biz biziz: Gönlünüzde gayben haşyet duyduğunuz Rahman biziz. Ölü kalpleri diriltiriz. Gönülden verdiklerinizi ve gönlünüz eseri olan vicdan güzelliğini evrenin kompitür merkezine apaçık kaydediyoruz.

Kalb-i Sanûberî'den (gönlün sonsuz evrenlere açılma noktası) intikal eden mâna sırrıyla bunları apaçık seyredebilirsiniz.

İkinci Bölüm (Âyet 13-29)


Şimdi Yâsin Sûresi'nin bir yeni bölümüne geçiyoruz. 13-29'uncu âyetlerin bize verdiği toplu mesaj: Bir kavmin kendini uyaranlara karşı zalimce davranmasını dile getirmektedir. Bu arada inanan bir kimsenin kahramanca sözleri ve sonunda şehit olması anlatılmaktadır.

Olayın, Hristiyan havarileriyle Romalıların arasında geçtiğini kabul eden din tarihçileri vardır. Ancak kahramanca şehid olan şahsın Habib-i Neccar olduğu ve olayın Antakya'da geçtiği konusunda müfessirler ısrarlı kaynaklar göstermektedir. Havarilerle Romalılar arasındaki mücadele, Hristiyan din tarihçileri, belki başka isimle Habib-i Neccar olabilecek azizler zikrederken olaydan sonra meydana gelen büyük patlamanın Pompei şehrindeki vezüv yanardağı olması da gözden kaçacak bir hadise değildir. (Hristiyan din tarihleri).

Bizim kanaatimiz odur ki; Habib-i Neccar büyük ihtimalle burada geçen kahraman mü'mindir ve Antakya'da yatmaktadır. Ancak Pompei Venüz yanardağı da bu olaylarla ilgili olabilir. Habib-i Neccar'ı linç eden Romalı askerler bilahere Pompei'de Vezüv yanardağı'nın patlamasıyla yok olmuş olabilir. (M.S. 75. yıl).

En güzeli âyetleri genel bir olay sistematiği içinde öğretmektir. Çünkü buna benzer olaylar tarih içinde çeşitli örnekleriyle vardır:

Âyet 13: Onlara o şehir yaranını misal getir. Hani oraya Resûller gelmişti.

Âyet 14: Biz oraya ikiyi göndermiştik tekzib ettiler. Biz de üçüncü ile izzet verdik. Dediler ki: Biz size gönderilmiş Resûlleriz.

Âyet 15: (Onlar) siz dediler, bizim gibi beşersiniz. Rahman birşey indirmedi, yalan söylüyorsunuz.

Âyet 16: Dediler ki: Rabbimiz bilir, biz ,gönderilen Resûl­Ieriz.

Âyet 17: Bizim üzerimize apaçık tebliğden başkası değil (Görevimiz ancak tebliğ).

Âyet 18: Dediler: Biz sizinle uğursuzlandık. Vaz geçmezseniz sizi (saymayız) taşlarız, bizden size acıklı bir azab dokunur.

Âyet 19: Dediler (Resûller): Uğursuzluk kendinizde, size nasihat edilirse mi (uğursuzluk geliyor)? Siz müsrif bir kavimsiniz.

Âyet 20: 0 şehrin en uçlarından mert biri (Recül) koşarak geldi dedi ki: Ey kavmim uyun o gönderilenlere.

Âyet Z 1: Uyun sizden ücret istemeyen onlara, onlar hidâyete ermiştir.

Âyet 22: Ben, beni yaradana niçin kulluk etmeyeyim, hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz.

Âyet 23: Ben O'ndan başka mâbud edinir miyim? Eğer O Rahman bana bir kader irade buyurursa, onların şefaati bana faide vermez ve beni kurtaramazlar.

Âyet 24: Şüphesiz ben o zaman bir Delâl içindeyim.

Âyet 25: İşte ben Rabbinize imân ettim, benden duyun.

Âyet 26: Haydi gir cennete denildi. Ne olurdu kavmim bir bilseydi,

Âyet 27: Rabbimin bana mağfiretini ve ikram edilenlerden kıldığını (bir bilselerdi).

Âyet 28: Ondan sonra kavminin üstüne bir ordu indirmedik, indirici de değildik.

Âyet 29: O, bir tek sayha oldu, derhal sönüverdi.

Şimdi âyetlerin tek tek yorumuna geçiyorum:

13-29'uncu âyetler grubunda, dikkat ederseniz ilk bölümde zikredilen gerçeklerin İslam'dan önce geçen bir olayda tezahürünü, açıklamasını görüyoruz. Burada Kur'an üslûbu, sanki bir metni anlattıktan sonra bir band koyarak onun uygulamasını bir filimden seyrettiriyor.

Ayet 13: "Onlara o şehir yaranının misalini getir" Kur'an'ın bazı yerlerinde görülen çok hikmetli bir kavram, bu âyette apaçıktır. 13'den 29'a kadar olan âyetler, Kur'an'dan 700 yıl önce geçen bir öyküdür. Allah'ın öyküyü takdir şekli iki tarz kavram getiriyor:

a) Ya efendimiz bu öyküyü 700 yıl önce olurken seyretmişti.

b) Ya da her âyet inzal olurken, bugünkü tanımla, banddan seyretti. Aksi takdirde edebî kaidelere karşı pek titiz olan yüce kitabımızda hitab bir tarz, şimdiki zaman kalıbı içinde olamazdı.

"(Hani oraya) Resûller gelmişti ya?"

Bu kavram içinde 13-29'uncu âyetlerin öyküsü dile getiriliyor.

Burada şehir yârânı, daha çok büyük şehirlerden bahsederken kullanılan bir deyimdir. Bu nedenle de öykünün Roma devrine ait olması ağırlık kazanıyor.

Ancak bazı tefsirlerde bu örneğin genel kapsamlı olduğu ileri sürülmektedir. Hatta asr-ı Saadet'e bile misal olan yanı vardır. Bu görüş de haklı bir yargıdır. Bu öykünün yorumunu yapmadan önce tarih açısından fevkelâde önemli olan fakat klasik tarihlerde gerekli değer verilmeyen önemli bir konuyu özetlemek istiyorum:

Hristiyan Roma ilgileri:

Roma, Hristiyanlığa tıpkı Kureyş kâfirleri gibi zâlimce karşı çıktı. Bir yandan putperest oluşları, bir yandan esir ve fakiri ezme esasına dayalı sosyal sistemleri, onların şiddetle manevî dinlerine karşı çıkmalarının temel nedenidir.

Ancak Romalılar, Hristiyanlığın Avrupa'ya İtalya'ya sirayetini isteyenlerdi. Zaten, Hristiyanlık ilk köprübaşını Ortadoğu'da atmış ve yavaş yavaş yayılmayı amaçlamıştı. Bu durum Filistin'deki Yahudi zenginleri için çok tehlikeli bir meseleydi. Yahudiler, Roma'yı tahrik ederek, Roma Hristiyan mücadelesini Ortadoğu'ya naklettiler. Yüzbinlerce Hristiyanın acımasızca katline yol açtılar. Romalılar zalim ve güçlüydü. Fakat tarihin bütün yanıltmasınâ

rağmen bilgisizdiler, böylece taktiği de Yahudilerden öğrendiler.

İşte şehrin ileri gelenleri, Roma'nın Yahudilerden taktik alan burjuvası idi. Bunu Resûllere itiraz tarzından daha iyi anlayacağız.

Ayet 14: "Biz oraya ikiyi göndermiştik" Bu ifade 13.âyete kıyasan Resûlleri kasdetmektedir. Resûl uyarıcı anlamdadır. Bazı tefsirlere göre bu zat havariyundan Yuhanna ve Paulus'dur. Sonradan gönderilen Resûl ise âyette "Üçüncü ile izzet verdik; kuvvet verdik" hitabını almaktadır. Bu zat da Şemins isimli havaridir.

Bu üç havarinin gerek Ortadoğu'da, gerek başka yerlerdeki büyük şehir halklarını uyardıkları bilinmektedir.

Bundan sonraki âyetlerde bildirilen tartışmalar Roma ileri gelenleriyle bu Havariler arasında geçmiştir.

Âyet 15: Bu âyette Theizm'in ilk ilkesini görüyoruz. Çağımızda theizm çok yaygındır. Onun için bundan sonraki âyetlerle birlikte bu âyeti çok iyi bilmek gerekir.

Theizm: Belli ölçülerde bir Allah kavramına inanıp, dinlere tümden karşı çıkma kavramıdır.

Kendilerini uyaran Havarilere karşı Roma ileri gelenlerinin ilk itiraz maddesi, "Rahman bir emir göndermedi, siz de bizim gibi insanlarsınız" sloganıdır. Âyette de geçtiği gibi tüm theistler uyarıcıları yalancılıkla itham ederler.

Theistlere göre Allah, evrenleri yaratıp fizik ve biyolojik yasalarla başbaşa bırakmıştır. Bu nedenle günah, ya da Allah'ın koyduğu bir yasa yoktur; herkes dümenini döndürür, güçlünün sömürmesi muhakkaktır. Eski Yunan ve Roma, hep bu çılgın inancın temsilcisi olmuştur.

Bazı şaşkınların dünya medeniyetinin ilk temsilcileri sandıkları bu iki toplum, gerçekte inanç dünyasının yüz karasıdır.

Burada inançsızların Allah'dan bahsederken "Rahman" sıfatını kullanmaları, âyetin en mânidar hikmetlerinden biridir.

Allah'dan Rahman diye bahsetmeleri, üç önemli ip ucu veriyor:

a) Romalı putperestler, Rahman'ı tanımaz; bu onlara Yahudilerin akıl vermesidir.

b) Rahman sıfatı, evrene genel olarak denge ve güç veren sıfattır. İnkarcılar demek istiyor ki "O Rahman'dır; evreni bir nizama bağlamıştır, Peygamber göndermez."

c) Rahman'ın bir özelliği de merhamet olduğuna göre; hesap sormaz.

Dikkat ederseniz çağımız theistleri de bu görüşleri aynen ifade ederler. Theistlerin Peygamberlere inanmamakta direnmelerinin de üç nedeni vardır:

1. Kıskançlık.

2. Hesap verme korkusu.

3. Gurur.

Bu yorumu, inkarcıların "Onlar da bizim gibi beşer" demelerinden çıkarıyoruz. Şimdi dine karşı çıkanların bir başka yönünü öğreneceğiz.

Ayet 16-17: "Resûller: Rabbimiz bilir biz gönderilen uyarıcılarız. Bizim görevimiz (üzerimize düşen) apaçık tebliğden başka değil dediler.

Burada önemli 2 hikmet var. Bunlardan ilki, inkarcıların

hep Rahman sıfatıyla karşı çıkmalarına karşılık, Resûller, Rab (terbiye edici) sıfatıyla söze başlıyorlar. Bu demektir ki: Allah evrenleri yaratmış, yasalarını takdir etmiştir. Ancak özellikle insan, Rab sıfatıyla Ahlâk eğitimine muhtaçdır. işte biz bu iki hikmetle size uyarıcı olarak gönderildik.

Nasıl dikiş dikmek, matematik öğrenmek için bir hocaya, bir ustaya ihtiyaç varsa, biz de size ahlâkı öğretmek için Rabbımız tarafından gönderildik.

ikinci hikmete gelince: Din tebliği apaçıktır; gizli kapaklı yanı yoktur, nettir ve âhlakın yegâne mektebidir. Tartışılamayacak kadar açık bu gerçek karşısında niçin inat ediyorsunuz?

Buraya kadar olan 5 âyetin enfüsî mânalarını özetlemek istiyorum:

Söz konusu şehir; vücud (iklimidir), birinci ve ikinci resûller; akılla ruhdur. Üçüncü Resûl; gönüldür. Bunlara karşı direnen Roma zenginleri, nefsi temsil eder.

Son âyet, herkesin içinde nefsin gizli reaksiyonlarıdır. Ruh, akıl ve gönlün bütün açık delillerine rağmen nefs, gururuna kapılarak Peygamber kavramına karşı çıkar. Çevreyi gözleyerek mantık salatası yapıp kendini avutur, kandırır.

Şimdi theistler (dine karşı çıkanlar) başka bir zırva ile ortaya çıkacaklar.

Âyet: 18: "İnançsızlar, Resûllere uğursuzluk isnad etiler ve de: 'Uyarmada ısrar ederseniz sizi taşlar, akla gelmedik azab icad ederiz' dediler. "

Dine uğursuzluk isnad etme, Marksist felsefenin temelidir. Bu olaydan 200 yıl sonra bir doktrin "Din afyondur"

diye yola çıktı ve bunu dahiyane icadı sandı. Halbuki böylesine ilkel görüşü ve görüşün tatbikini 14 asır önce Yâsin'in 18'inci âyeti sırrı içinde görüyoruz.

Üstelik bu sloganı, o zaman Roma'nın zenginleri fakirleri sömürmek, aldatmak için atıyordu.

Nedir theistlerin dine uğursuzluk isnadı?

1. Sıradan uğursuzluk ithamları; kıtlık, zelzele vs...

2. Dünya hevesi azalttığı gerekçesiyle dini gelişmeye karşı görme.

3. Dini inançları kuvvetli olan kimsenin dünya hayatından uzak kalacağını sanma.

4. Toplumların dini inançla reaksionlarını kaybedeceği, uyuşacağını iddia etme.

Elbette dini tüm gerekçeleriyle bilenler için bu isnatlar gülünçtür. Ancak çağımızda moda haline gelen bazı sloganları cevaplamak istiyorum.

a) Din afyon değildir; aksine halk kitlelerini bilinçlendirerek sömürüye karşı bir direnç oluşturur. Tarihte bunun örnekleri pek çoktur:

1. Roma sömürü düzenini Hristiyanlık yıkmıştır.

2. Bizans, İran, Arap sömürü düzenini İslâmiyet yıkmıştır.

3. Çağımızda inançsız olan toplumlar dev ülkeler tarafından sömürülmekte, ve de gık'ı bile çıkamamaktadır. Aksine, Polonya ve Afganistan gibi dindar ülkeler sömürülmeye karşı çıkan nadir ülkelerdir.

b) Din toplumu geri bırakmaz. Amerikan toplumu en dindar toplumlardan biridir. Güney Amerika ise, özellikle

dini ilgilerini kaybetmiş kesimlerde, en geri kalmış toplumları temsil etmektedir.

Özellikle silah zoruyla sömürülen Ortadoğu ülkelerini gösterip gösterip "İslâmiyet geri kalmıştır" demek, coğrafyadan, tarihten haberi olmamaktır. Akdeniz kuşağı ile Orta Amerika kuşağındaki iklim etkili yapı birliğini fark etmeyenler, dine dil uzatırken bugünkü Amazon çevresiyle Fatih devrini kıyaslasınlar. Türk-İslam Sentezi olmasa Anadolu'da uygarlık zirveye ulaşır mıydı?

Osmanlı, din anlayışını safsataya kaydırıp kendi özünü yitirdiği zaman yıkılmıştır.

c) Dindar insanın dünya yaşantısından eksik kalacağı bir nokta yoktur. Eğe alkolizme esir olma, gayr-i meşrû kazanç, dünya hayatının vazgeçilmez parçası ise yazıklar olsun o biçim hayatı seçenlere.

Şimdi âyet, Rasûller ağzından gerekli cevabı verecekti r.

Ancak âyetin ikinci kısmı da çok önemli; bu yantış hükümle yola çıkan inkarcılar, her devirde uyaranlara akıl almadık zulüm yapmaktadır. Çağımızda nice ülkelerin Birleşmiş Milletler Anayasasına rağmen hâlâ inanç hürriyetine sahip olmadığını görüyoruz ve bu ülkeler "din afyondur" sloganı ile uyutulmuş, dev rejimlerin zalim uygulamasıdır. Sanki, 18'inci âyet canlı olarak yaşamaktadır.

Ayet 19: Resullergerçeği üzerlerine vurdu: "Uğursuzluk içinizde. Size nasihat edilince mi uğursuzluk ortaya çıkıyor'"

Siz müsrif bir kavimsiniz!"

Bundan önceki âyette arzettiğim gerçekler, dine karşı çıkanların gülünç halini dile getiriyordu. Bu âyette, iki önemli hikmetle dine karşı çıkanların yanılgıları anlatılıyor:

A) Sizin yapınız ne ise osunuz, uğursuzluk diye bir kavram yoktur. Bir takım olumsuzluklarla karşılaşıyorsanız bunun nedeni bizzat sizsiniz. Nefslerdeki yanlışlardır. Bazı örnekler verirsek:

1. Siz çevrenizdeki zavallıları sömürürseniz, bunu âdet haline getirirseniz; elbette günün birinde sizi de sömürürler. Ahlâksızlığı meşrulaştırırsanız; günün birinde siz de şerrin oyuncağı olursunuz.

2. Din, sizi inanç gücüyle ruhen sağlıklı kılar. Ondan uzaklaşırsanız; stresler içinde kıvranırsınız.

3. Dinden uzak kaldıkça, Rahman sıfatının hikmeti, sizden merhamet ceryanını uzaklaştırır ve işte uğursuzluk dediğiniz şey o zaman ortaya çıkmış olur.

Daha önce arzettiğimiz gibi Yâsin Sûresi Efendimizin hikmetlerini evrene açıklar.

13-29. âyetlerin örnek olarak verdiği misal, enfüst manada tüm toplumlara hitap ederek Kur'an'a karşı çıkanla­rı dile getirir.

Yâsin'in bütün âyetleri, tek tek Efendimize ait bir hikmeti açıklamaktadır. Aslında "Şehre gelen iki Resul'den murad, genelde Hz. İsa ve Hz. Mûsâ'dır. Onların izzetli bir üçüncü ile takviyeleri Efendimizin peygambertiğini kast etmektedir.

Âyet bu açıdan yorumlanınca; Efendimizin haraket sırrı ile dile getirmektedir. Dolayısıyla "O'nun tebliği, değil uğursuzluk, tam tersine bereket sırrı içinde size ancak sa­adet verir. Ahlak-ı Muhammedî'ye karşı gelenler zaten bir uğursuzluğun şerrine kendi kendilerini mahkûm ederler" anlamı âyetin en önemli hikmetidir.

Bütün insanlar ve milletler, inançsız günlerini, inançtan sonraki günleriyle kıyaslarlarsa gerçeği vicdan ve insaf ile tesbit ederler. Bu âyetin ikinci hikmetine gelince:

B) Çünkü siz müsrif bir kavimsiniz. İsraf, bir nimetin değerlendirilemeyip boşa harcanmasıdır. Şöyle ki:

a) Sağlığınız bir nimettir. Onu abdest alarak, ibadet ederek , kötü şeylerden (alkol, domuz eti v.s.) alıkoyarak; yani israf etmeyerek değerlendirebilirsiniz.

b) Zaman bir nimettir, onu çılgın arzular uğrunda boşa harcarsanız sonra başarısızlığınızın uğursuzluğunu; gerçekleri size anlatan dinde mi göreceksiniz?

c) Burada önemli bir hitap da dini afyon sayanlaradır. Onlar tüm millî gelirlerini silah üreterek israf eder, sonra çıkmaza girerler ve suçu toplumun din kavramına yüklemeye çalışırlar.

d) Ahlâk-ı Muhammedî, nefsin çirkin ve çılgın arzularına israfı yasak ederek; millî geliri azamiye çıkarır. Özellikle günümüzde ekonomik çıkmazın, dolayısıyla toplumdaki uğursuz felaketlerin en mühim nedeni israfdır.

Bizim, toplumumuzdaki israfı kaldırarak; bolluğa, refaha erişeceğimiz aşikar değil midir? Herkesin herkesi tenkit ederek doktriner felaketlerden medet umduğu günümüzde, âyetin bu mucize dolu hikmetini nasıl göz ardı edebiliriz.

Şimdi geliyoruz isratia sehâ arasındaki farka:

Sehâ: Başkalarına kendine verilen nimetleri vermektir.

Makbuldür, hatta infak şeklinde farz bir ibâdettir.

İsraf:Yalnız nefsine, onun arzularına uyarak ilâhi nimeti telef etmektir. Ve haramdır. Bir müslüman bu ince nüansı hiç unutmamalıdır.

Bu âyetin özellikle belirttiği:

Uğursuzluk, işlerin çıkmaza girmesi olayların temelinde israfın yattığı unutulmamalıdır. Hele toplumdaki yaygın israf, bir felaketin habercisidir. Bu âyetin sırrı her çağda toplumları felakete karşı uyarmasındadır. Yâsin'in dirilere okunan çok yüce bir hikmetidir.

Ayet 20: "Şehrin dış mahallelerinden koşarak bir ER geldi. "

Recül, er, mert kişi demektir. Roma olayında bu şahıs Habib-i Neccar'dı. Vücud iklimi açısından bu şahıs, vicdandır.

Ayrıca âyet, bu devirde, beklenmedik bir zamanda, haksızlıklara, zulme karşı gerçeği savunanların var olacağını işaret etmektedir.

Âyette Habib-i Neccar'ın geliş tarzı üç özellikle dile gelmektedir:

a) Bu şahıs Recül'dür; yani saygın ve mert bir kişidir.

b) Aniden ortaya çıkmıştır (koşarak gelmesi).

c) Beklenmedik bir anda ortaya çıkmıştır (Halk, Resûlleri taşlamak üzeredir, bu şahıs kenar mahallelerden koşarak gelmektedir.)

Âyet 21: Habib-i Neccar'ın kavmine söylediği onları ikaz eden söz:

"Uyun sizden ücret istemeyen onlara, onlar hidâyete ermiş kimselerdir. "

Demek ki Allah yoluna davet eden kimselerin en önemli vasfı, menfaat beklememelerdir. Bu âyet genel bir ikazdır:

a) Theistlerin inanca çağıranlara hakaret ve zulümle cevap vermeleri tam bir manyaklıktır. Zira bu uyarıcılar bir menfaat taleb etmemektedirler. İnkarcılara göre her haraket maddî menfaate dayanırdı. Peki Allah inancına davet edenlerde böyle çıkar hevesi olmadığına göre, size neden yalan söylesinler? Neden insanları doğruya çekmek için didinsinler, çabalasınlar?

b) Toplumda dinden, ahlâktan söz açanların mutlaka maddi çıkardan uzak olmaları şarttır. Aksi takdirde hidâyet üzre değildirler. Görünüşleri, sözleri ne kadar cazip de olsa olay sahtedir.

"Onlar hidâyettedirler"e gelince:

İman'a ait kalp inceliği, gerçekleri söyler. Yani hemen fark eder onların kendinden söylemediğini, hidâyet-i ilâhi sayesinde insanları uyardığını sezer.

Hidâyet: Cenab-ı Hakk'ın Hâdi sıfatının tecellisiyle gerçeğe erme demektir. Hidâyet gelince, en karanlık toplumda yaşansa da hemen seyredilir. Habib-i Neccar zarif bir şekilde kendinde de hidâyet ışığı yandığını açıklamış oluyor.

Âyet, kendini hidâyette sanan gafillere de başlangıçta hiç bir çıkar duygusu olmama zorunluğunu perçinliyor.

Ayrıca bu âyet, Habib-i Neccar ağzından Havarilerle Romalıları tarif ediyor:

"Ey Romalılar siz her şeyi çıkar uğruna yaparsınız, onlar ivazsız, garazsız sizi irşada çabalıyor.

Siz dalâldasınız, onlar hidâyettedir."

Ayet 22: "Ben, beni yaratana niçin kulluk etmeyeyim. Siz de döndürülüp O'na götürüleceksiniz."

Bu ifade ki insanlık düstürudur. Akıl, yaradana kulluk etmeyi bildirir. Gönülse, hep O'na döndürülüp götürülece­ğimizi sezer. İnsan bu iki nimeti; akıl ve gönlü kendi evhamına kaptırarak heder etmezse daima bir Habib-i Neccar'dır.

Âyet 23: Habib-i Neccar, şimdi tekrar aklın şahitliğine müracaat ediyor:

"Ey inanmayanlar, inanır gördüğünüz Rahman size bir kader vermişse (zor bir kader) sizin güvendiğiniz dünyalık hiç bir güç fayda vermez. Dünyada zahirde var sandığınız para, mevki, sağlık hiçbir kaderi çevirmeye muktedir değildir."

Âyet 24: O halde, bu gerçekleri bile bile Râhman'ın dinine hala uymakta direnir tereddüt gösterirsem ben bir dalâl içindeyim, demektir.

23, 24'üncü âyetleri bir kez daha birlikte incelersek pek çok hikmetlçri tespit ederiz.

Şu hayat badiresinde binbir müşkül ve keder vardır. Bunlardan sıyrılmak için Rabbimden başka, O'nun rahman sirrindan başka ne güvence olabilir. Örneklendirirsek:

a) Çevreden gelen mikrop, işin, kimyasal maddelerin zehirinden bizi koruyan akıl almaz bir biyoloji sistemine sahibiz. Buradaki bir aksaklıkta beni Rahman'dan başka hangi güç normal hayata kavuşturabilir.

b) Uzayda mevcut binlerce öldürücü ışından, bir dev meteorun arza çarpmasından bizi Rahman'dan başka hangi güç kurtarabilir?

c) Bedensel hayatımızda binlerce kompitüre bağlı biyolojik dengemizi, Rahman'dan başka hangi güç dengede tutabilir?

Ey insanlar! Zahiri mânâda var saydığınız para, teknik imkanlar tümüyle, Rahman'ın kaderinde selâmet varsa vasıta olur. Aksi takdirde hiçbir şey sizi çıkmazlardan kurtaramaz.

Bütün bu gerçeklere rağmen hâlâ inanmıyor, Rahman'ın emirlerine uymuyorsanız cidden dalâldasınız.

Dalâl: Yanılgıda kalmak, dürbüne tersinden bakmaktır. Fatiha'nın son âyetinde bildirilen Dâllin sınıfı aklı, kısır ve cılız mantık penceresine mahkûm edip gerçekleri görememe demektir.

Dalâl'in zıddı hidâyete erişmektir. Her ikisinde de sermaye akıldır. Ancak onu nefsinin oyuncağı eden, delâlde kalır; hayvanları birbirine benzetip evrim masalına saplanır kalır. Aklı gönül emrine veren, Sûre-i Yûsuf'da anlatıldığı gibi, gelecek kıtlıkları önceden sezip zengin olur; bu bir hidâyettir.

Sağlık konusunda şirk, çağımızda olağan hale gelmiştir. Onun için bu noktada ufak bir aydınlatma yapmak istiyorum. Çünkü bu âyetin sırrı içinde theistler kendilerini tıb aracılığı ile ölümden kurtardıklarını sanırlar.

Önceden ifade edeyim ki, Tıb günümüzde çok gelişmiş, bir çok biyolojik sırları öğrenmiştir. Bu gelişme, Allah'ın ilâhi san'atını insanlara göstermek için ilme lütfettiği bir tecellidir. Mikroplu hastalar olmasa, mikropların genetik şifrelerindeki muhteşem matematikten mahrum kalırdık.

Tıb her dalıyla Cenab-ı Hakk'ın Rahman ve Şâfi sıfatlarının tecellisine sahnedir. Hastayı ameliyat eden cerrah, ateşi ilaçla düşüren doktor, hasta ile irtibata geçtiği andan itibaren farkında olsun olmasın ilâhi kader kompitür devresine bağlanır ve yaptığı her işlem hastanın kader bandı istikametindedir. Eğer hasta kurtulacaksa, en acemi doktor en akla gelmez tedbirleri alarak o kaderin sebebi olur. Yok hasta ölecekse, usta doktor akla gelmedik hatalar yapar ve hastanın ölüm kaderine vesile olur.

Bu anahtar prensibi bildikten sonra, her inananın hekime başvurması ilâhi kadere karşı bir saygı, hatta zorunluluktur. Şimdi tekrar Dalâl konusuna dönüyorum. Günlük hayatımızda dalâl'i; yani yanlış düşünceyi 4 noktada belli ederiz:

a) Evrendeki her olayın mutlak surette ilâhi tasarrufta (güç ve yönetim) olduğunu idrak edememe: Dalâl - I

b) Allah gücü dışında bir takım çarelerin, kuvvetlerin mevcut olabileceğini, bazı faaliyetlerin bunlarla yapılabileceğini zan etme: Dalâl-II

c) Vasıtayı görüp, onun Rahman'ın kader kompitürüne bağlı olduğunu sezmeme: Dalâl-III

d) Kendi iradesinin de ilâhi kompitüre bağlı olduğunu fark etmeyerek iradesiyle bir şeyle yapabileceğini zan etme: Dalâl-IV.

Ayet 25: "Ben Rabbinize (Resûllere hitaben) iman ettim. (Ey Roma halkı) işte benden duyun. "

Habib-i Neccar bu ilânı yaptığı zaman, Allah'ın Resûlleri Romalılar tarafından yakalanmış işkenceye başlanmıştı. Bu kahraman kişi, buna rağmen imanını ilândan çekinmedi.

Bu âyet, Roma'nın çılgın vahşetine karşı imanının izharını (açıklanmasını) farz kılmıştır. Romalılara karşı pek çok Hristiyan bu tarz kahramanca mücadele vermiştir.

Aşağıdaki âyetlerden anlayacağımız vech ile bu kahraman kişi Romalılar tarafından zalimce linç edilmiştir.

Akla gelir ki, o kudurmuş kütleye karşı Habib-i Neccar imanını açıkladı da ne oldu?.. Çok şey oldu. Eğer böyle kahramanlar sussa idi Roma yıkılmaz Hristiyanlık sönerdi. Toplumun bir köşesinde gerçeği bilen susar oturursa Roma'nın zulmü ancak kamçılanır, sınırsız azgınlıklara ulaşır.

Bu tarz kahramanlık mânâda daha önemli bir sır yaratır. Allah'ın Kahhar tecellisi, zâlimin sırtına çöküverir. Yâsin'in bütün âyetlerinde olduğu gibi bu âyet de inananlara büyük bir manevî hikmet getirmekte, imanın her türlü zorluğuna rağmen inkârın kaçınılmaz olduğunu emretmektedir.

Nitekim Habib-i Neccar'ın bu jesti, Roma'yı için için kemirip yok etmiştir. Böylece kâinatın en yücesi sevgili Peygamberimiz gelmeden önce, çok önemli bir zulüm kaynağı olan Roma engeli ortadan kalkmıştır.

Âyet 26: "Haydi gir cennetime denince: Ne olurdu kav­mim bilseydi, dedi. "

Bu âyette mânânın büyük sırrı gizlidir. Habib-i Neccar iman eder etmez mânâ perdesi açıldı ve linç olmadan cennete intikal etti. Bu yüzden linç olayını hissetmedi.

Hatta cennetten seyretti ve "Ne olurdu kavmim bilseydi" dedi. Bu âyetten anlıyoruz ki, şehidler kıyameti beklemeden otomatik olarak cennete intikal eder.

Eğer nefs, gönlün emrine girmişse, ölüm anında o da otomatik olarak cennete intikal eder. Ancak nefsin gönle râm olması sanıldığı gibi kolay değildir. Bunun bir miyarı vardır ki, bir kimse Fahr-i kâinat efendimizi kendinden, evlatlarından sevgilisinden ve tüm dünya ilgilerinden fazla seviyorsa, onun nefsi gönlün emrindedir.

Habib-i Neccar cennete intikal edince, gerçeği tümüyle görünce bir kez daha önemli bir yasayı açıklıyor: "İnkâr cahilliktir. Zira "kavmim bir bilseydi" demek, bir anlamda bilmiyor; cahiller demektir.

Enfüsi mânâda bu âyetteki bir hikmet: Habib-i Neccar'ın gönlüne yansıyan imanında efendimizi bulmasıdır. Çünkü ümmetini düşünmek ancak Muhammedî bir ceryana nasiptir.

Âyet 27: "Rabbimin bana mağfiretini ve ikram edilenlerden kıldığını. "

Bazılarına öyle gelebilir ki, niçin mağfiret? İşte bu âyetin inceliği buradadır.

Bir insan için her türlü şartta imanını açıklamak en doğal kulluk görevidir. Bu durumu cennetle mükafatlandırmak Allah'a has bir ikram ve mağfirettir.

İşte bu yüzden Habib-i Neccar, "ah kavmim bir bilseydi"; sırf iman etmekle nice cennet nimetlerine kavuşacaklarını ve geçmiş günahlarının tümden af olacağını bir bilselerdi diyor.

Bu yiğit adam, "cennet benim hakkımdı" demiyor "Ben vazifemi yaptım, fakat Allah lütûf ve kerem sahibi beni mükafatlandırdı" diyor.

Ayet 28: "O zâlim kavme gökten bir ordu indirmedik, indirici de değildik. "

Varlığı aşikâr olan Allah, kulların aptalca beklediği bir gösteri elbette yapmaz. Yani gökten ordu indirmez. Çoğu kez inkarcılar, inananlara:

"Hadi Allah beni cezalandırsın görelim" der. Sanki bir ordu bekler gibi kendini adam yerine kor. İşte Allah onlar için "Gökten ordu indirecek değiliz" buyuruyor.

Allah'ın zulme kaşı indirdiği darbe öyle çetindir ki şiddetinden farkına varacak vakit bulamazlar.

Bu âyet uzay masalcılarına karşı da önemli kesin tavır koyuyor. Ne şimdi ne de ilerde uzaydan arza bir saldırı olamaz.

Ayet 29: "Bir tek sayha oldu derhal sönüverdiler. "

Saycha: Şiddetli patlama, şiddetli sarsıntı demektir. Tarihin seyri içinde böyle yok edici bir sarsıntı Pompei şehrinde Vezüv'ün ilk patlamasıdır. M.S 75'inci yılda meydana gelen bu dev patlamada bütün Roma asilleri lâvların altında can verdi. Pompei, Romalıların sayfiye şehri idi. Roma ileri gelenleri orada şâşâlı ve sefih bir hayat sürerlerdi. Bu yanardağ patlamasından yanlızca Hristiyan esirler kurtuldu. âyetin bu yanardağ patlamasını kasdetmesini elbette mümkündür. Hatta Hz. İsa'ya idam kararı veren Kudüs'deki Roma jürisinin hayatta kalanlarının bu Pompei olayında lâvlarda yanarak öldüğü bilinmektedir.

Sayhanın, dev bir imparatorluk olan Roma'nın aniden çökmesi anlamına geldiğini iddia eden tefsirler vardı.

Enfüsî mânâda sayha ölüm anıdır. Bedenin ruhtan ve nefsten ayrılmasını temsil etmektedir.

Küçük kıyamet de denilen ölüm anında her inkarcı böyle şiddetli bir patlama ile sönüverecektir.

Mânâ âleminde sayha ve sönüverme tanımları, Rahman ceryanının kesilmesi olarak tanımlanır.

Nefs, kendi varlık evhamı içinde yaşarken âniden Rahman ceryanı kesilince şiddetli bir patlama hissedecek ve kendinde hiç bir gücün kalmadığını farkedecek, sönüverecektir.

Dünya evhamının ne aldatıcı olduğunu herkes işte o zaman farkedecektir.

Bu âyetten itibaren Yâsin'in üçüncü sayfasına bir kaç satır altına girmiş oluyoruz.

Şimdi çoğunluk âyetleri bilimsel açıklamalardan oluşan üçüncü sayfanın sonuna, yani 30-40'ıncı âyetlerin yorumuna geçiyoruz.

Üçüncü Bölüm (Âyet 30-40)


Âyet 30: Ey kulların üzerine ne hasret ki, kendilerine gelen resullerle istihza ediyorlardı.

Âyet 31: Baksalar (ya) kendilerinden önce nice karnlar (kavmler) helâk etmişiz, onların hiç dönmediklerini farketmiyorlar mı? (veya: onlara hiç dönmüyorlar)

Âyet 32: Hepsi de karşımıza ihzaren getirilmişlerdir.

Âyet 33: Ve ölü toprağı canlandırmamız bir âyettir ve ondan habbeler çıkardık, ondan yiyorlar.

Âyet 34: Ve ondan cennetler, hurmalıklar, üzüm bağları içlerinden kaynaklar alattık.

Âyet 35: Mahsulden ve kendi ellerinin yaptıklarından yesinler diye; hâlâ şükretmiyecekler mi?

Âyet 36: O sübhan (herşeyden münezzeh) ki; Arzın bitirdiklerinden, kendilerinden, daha nice bilmediklerinden bütün çiftleri yaratandır.

Âyet 37: Gece de bir âyettir, ondan gündüzü soyarız bir de bakarlar ki karanlığa girmişler.

Âyet 38: Güneş de kendilerine has bir istikrarda ceryan eder. İşte o Azizil Alîmin takdiridir.

Âyet 39: Ay da (Aya da), menzil menzil ona miktar verdik, nihâyet dönmüş eski urcun gibi olmuştur.

Âyet 40: Ne güneş kendine aya çatması, ne de gecenin gündüz geçmesi olur. Her şey kendi felekinde tesbih eder.

Bu on âyetin çevirisinde kelimelerin karşılığında çok itina gösterdik. Hatta ilk bakıştaki net manayı kaybetmeyi tercih ettik. Çünkü bu âyetler çok önemli bilimsel tarifler getirmektedir. Zâhiri mânâ hevesiyle kelime bağlantılarındaki en ufak hata bilimsel kavramı bozabilir. Bu zorunluluğu âyetleri tek tek yorumlarken açıklayacağım.

Âyet 30: Bu âyet, küfürle can verenlerin hüsran ve ayrılık acısını açıklıyor. İnançla, özellikle Allah'a çağıranlara karşı istihza edenler bu acı hasreti duyacaklar. Bu hasret:

a) Ezelde verdikleri sözden caymış olmasının hasreti.

b) Hakk'ın erişilmez güzelliğini son anda fark edip ona kavuşamamasının hasreti

c) Habib-i Neccar'a verilen ikramları görüp, ona erişememenin hasreti.

d) Elest'de hepimizi yok olmaktan kurtaran efendimize hizmet etmeye ahd etmişken, O'na hizmet edememenin azablı hasreti.

e) Gönülden ilâhi ilhaka erişememek ve vicdan çocuğu doğuramamanın hasreti.

Âyet 31: "(Nereden bilseydik demesinler) Kendilerinden evvel de nice insanlar aynı hata içinde dine karşı gelmişlerdi, bir izleri kaldı mı? Hepsi helâk oldu. "

Hiç birinin dönmeyişi şu hikmetleri bildirir:

a) İnsanlar aslında ebedîdirler. Mü'min ölmez; en azından ve dış mânâda dualarla yaşar, menkîbeleri hayırla yâd olur. Sırları gönülden gönüle gezer durur. Halbuki hiç bir inkârcı anılır mı, izleri, eserleri kalır mı?

b) Nefse hitab eden âyet, hani kendinde varlık vehmediyordun, ruh gidince izin bile kalmadı.

c) Bir yeni hayata fırsat yok. Reankarnasyon gibi sapık hayallere dalma. Âyetin "onların hiç biri dönmediler" hükmü 32'inci âyette açıklanıyor.

Âyet 32: "Hepsi Allah huzuruna ihzaren getirildiler (tutuklular gibi)"

"Allah'dandı O'na döndü" âyetinin iki tarz uygulaması vardır.

Mü'min, ilâhi âleme intikal eder, kâfir ise ihzâren getirilir. Çünkü onun Allah güzelliğine cazibesi yoktu; şimdi hesap vermek üzere huzura getirilmiştir.

Ölümle beraber kesretin vahdete dönüş olayı tecelli eder. Mü'min sevgi sırrı ile ilâhi âlemin takdir ettiği mekâna intikal eder. Münkir ise, dayanılmaz bir hasretin acısı içinde kıvranır. Kesretten kopmuş, vahdete intikal edememiştir. Allah huzurunda şimdi azap dolu anların temsilcisidir. Âyet bu sonucu özellikle "ihzaren getirmişlerdir." emriyle açıklıyor. Dikkat ederseniz "ihzaren getirileceklerdir" demiyor, "ihzaren getirmişlerdir" buyuruyor.

Bu üç âyet (30, 31, 32), semâvi dinlerden sapmalardan doğmuş bazı tutarsız dinlerin, ruh ve ebedî âlem konusundaki yanlışlıklarını da kesin sırlarla düzeltiyor.

Ölümle beraber bir başka âleme intikal zorunludur. Bu intikalde ya Habib-i Neccar gibi sonsuz vuslat (kavuşma zevki) vardır, ya da hasret azabı yüklü çetin bir intikal fazı vardır. Cenab-ı Hakk'ın huzuruna ihzaren gelme, bu çetin intikal şeklini belirtmektedir.

Sûre-i Tekâsür'ün yorumu bahsinde bu intikal kademelerini daha ayrıntılı anlatacağım.

Şimdi harika bir bilimsel açıklama geliyor.

Âyet 33: "Ölü toprağı canlandırmamız bir âyettir. Ve ondan habbeler çıkardık, ondan yiyorlar. "

Âyet; bilimsel delil, mûcize anlamındadır. Kur'an'da bir olay için "âyettir" hükmü getirilmişse müthiş, değişmez bir bilimsel gerçek ifade ediliyor demektir.

Çeşitli âyetlerde arzın soğumuş halinden sonraki biyolojik manzarayı izleriz. Ancak bu âyet çok net bir şekilde arzın kabuğunun ölü bir devir geçirdiğini belirtmektedir.

Hacc Sûresi, 5. Âyette :"...ve terel'arza hâmidet.." yani "arz ateşli, kızgın idi" hükmü mevcuttur. Arz kabuğunun soğuduktan sonra canlılara annelik hizmeti gerçekten akıl almaz ilâhi bir sanattır, mûcizedir. Bu yüzden toprağın canlanması, bir âyettir.

Çünkü Allah toprağa hay (canlılık) sırrı verdikten sonra Adem'i de topraktan yaratmıştır.

Arzın dirilmesi birkaç açıdan dile alınmalıdır:

Toprakta DNA dediğimiz molekün teşekkülü; yani temel canlı madde olan Riboz + Fosfor + Nuklid Baz'dan kurulu kimyasal oluşun tarifidir. Bu maddededeki özellik, cansız tabiatda artı (+) değerli olan Karbon ve Azotun bu molekülde eksi (-) değerli oluşudur. Bu değişme, normal fizik, kimya şartlarında meydana gelemez. Bir defa da meydana geldikten sonra hayat zincirleme olarak sürer durur.

Allah âyette: "Toprağı canlandırmamız bir âyettir" buyurduğuna göre, bu moleküllere değişmeyi özel olarak emretmiştir ve toprak böyle canlanmıştır. Bu canlılık, ânında toprakta sonsuz sayıda azot işleyen bakteri ordusunu meydana getirmiştir. Bu bakteriler bir kısmı sentez, bir kısmı analiz yoluyla havanın Azotunu toprağa can olarak intikal ettirmiştir.

Çeşitli canlılar öyle evrimlerle filan ortaya çıkmış değildir. Tam aksine DNA moleküllerine hangi matematik program bağlanmışsa o tarz bir canlı meydana gelmiştir. (Bu konuda daha meraklılar için üç dilden "ingilizce, Arapça, Türkçe" yayınladığımız "Kur'an Âyetleri ve İlmî Gerçekler" kitabımızı okumalarını salık veririz.)

Âyetin ikinci bölümü, toprak can bulduktan; yani DNA molekülleri teşekkül ettikten sonra, onların genetik şifreler haline getirilmelerini açıklıyor. Şöyle ki: "Ondan habbeler çıkardık." Habbe; tek tohum demektir. Belli canlı türü için örnek bir tek tohuma habbe denir. Yani tek tek tohum örnekleri genetik şifreler demektir. Demek ki Allah toprağa DNA hususiyetini verdikten sonra şifreleri programladığını ve canlıları topluca böyle sergilediğini emrediyor.

Arkasından da: "Bu olay bir âyettir; bilimsel bir gerçektir; mûcizedir." buyuruyor. Bir yandan da âyet, canlıdan canlıya intikal eden bir hay şifresidir.

Yaratılışın böyle olması kaçınılmaz bir bilimsel gerçekir.

Evrimcilerin sözleri doğru olsa, her türlü canlıdan bir yönde gelişme olur, canlıların sayısı biri geçmezdi.

Halbuki canlıların çeşidi milyonların çok üstündedir. Zira Allah, iradesindeki her şekli genetik kartlara programlamış ve yalnız böcek sınıfından milyonlarca tür yaratmıştır. Akla gelen bütün geometrik renk desenlerini, genetik şifrelere matematik programlar halinde işlemek ancak Allah sanatıdır.

Nitekim 34'üncü âyet bu gerçeği dile getiriyor.

Âyet 34: "Ve canlanan toprağa, cennetler, hurmalıklar, bağlar, akar sular verdik"

Bunları özetlersek:

a) Birbirinden şaheser çiçekler.

b) Rengarenk, biçim biçim ağaçlar, yapraklar.

c) Birbirinden esrarlı kimyasal maddeler içerisinde en­vai çeşit lezzette meyveler.

d) Ve envai çeşit kokular.

e) Size hayat veren oksijeni yapan yapraklar. (Son sayfada bu gerçek açıklanacak).

Bu kavramları "Cennetler" kelimesinden çıkarıyoruz. Zira cennet, muhteşem güzellikte bahçe anlamında kullanılmıştır. Ayrıca cenneti ebedîlik sırrının simgesi gibi oksijen yaparak hayata enerji veren yapraklar.

Âyette üzüm ve hurmanın ayrıca zikredilmesi çok ince hay sırrını beyan eder. Her bir meyve de insan hayatının esrarı olan kemik iliğini tanzim eden unsurlar vardır. Yoğunlaştırılan iki değerli demirle DNA yapısını kolaylaştıran tüm kimyasal maddeler, bu iki meyvede vardır.

Tasavvufta Hurma sabırı, Üzüm şecaâti (kahramanlığı) temsil eder. Dikkat ederseniz âyet üç cümle içinde canlılık hikmetlerini özetleyivermiştir. Hem de 1400 yıl önce hiç biyoloji bilmeyen topluma farkettirmeden.

"Ve Kaynaklar yarattık. "

Bugün ilim, hâlâ kaynak suyundaki sindirim sağlayan sodyum bikarbonatın suya karışma sırrını çözememiştir.

Âyette kaynakların zikredilmesi hayat için suyun toprakta korunup akıtılmasının ne denli bir hikmet olduğunu anlatmak içindir. 0 beyinleri ilâhi kaynaktan mahrum inkârcıların sandığı gibi rastlantı bir dünya olsa idi toprağa yağmurla geçen suyun zerresini ancak mahşerde görürdük. Ya da toprak altında erittiği tuzlar nedeniyle yanına yaklaşılmazdı. Toprağa geçen su akıl almaz maharetle terkibine sodyum bikarbonat ekleyerek sindirimi sağlayacak, sonra da o densizler çıkıp ilâhî kudrete kafa tutacak.

Yazıklar olsun o ateistlere ki, suyun şükrünü bile bilmezler.

Ayrıca suyun hayat öyküsüyle ilgisi de bu âyetle vurgulanıyor."'

Âyet 35: Bu âyet, mahsulden, ondan yapılan nimetlerden şükrü emrediyor.

Âyette bir gramer inceliği vardır. Üstte "lamelif" vardır ki, durulmaz, o zaman "ma" nef' edatı olur. 0 mahsullerden hazırladıklarımız dahi sizin kesbiniz değil; Allah'ın nimet lûtfundan, demektir.

Nitekim buğdaydan ekmeğin hazırlanma öyküsünde, değirmenin suyu ya da elektriği, menşei itibariyle yaratılışa verilen bu nimettir. Su ya da enerji sağlayacak mazot yine nîmet-i ilâhîdir. Ekmeği mayalandıran mikrop da ilâhi nimettir.

Hz. Geylânî şükrü şöyle özetler:

Şükür:

a) lisan ile,

b) kalple,

c) organlar ile olur.

Her nimete karşı şükür, lisandan başlar, gönle intikal eder, oradan da organlara geçer.

Gözler her bakışta şükür zevki alır, kulaklar her işitmede şükür zevki alır.

Şükrü olmayan gâfil, ilimden mahrumdur. Ekmeği yerken, unu öğüten mazotun yer altına asırlar öncesi nasıl depo edildiğini bilmez. Mayayı oluşturan mikrobun, nişastayı işleyerek ekmeğe verdiği özel lezzeti anlamaz.

Ayrıca verilen nimetlerden gâfil olunmaması, âzamî gayret ve çalışma ile ondan yararlanılması emredilmektedir. Allah'ın arza verdiği tüm nimetlerden meşru yoldan faydalanmak farzdır. Bu, âzami gayretin, zorunlu çalışmanın emridir.

Âyet 36: Sübhan olan Allah, benzersizliğin sırrı içinde tektir. Yarattıkları ise çift; yani zıd benzer ikizlerdir.

Âyetin tasnifine göre bu zıd ikizler üç grupdur:

a) Arzın bitirdiklerinden zıd ikizler.

b) Nefsin zıd ikizlikleri.

c) Bilmediğimiz zıd ikizlikler.

Bu âyet, 14 asır sonra nobel fizik ödülünü kazanan ünParite Teorisi'ni aynen temsil etmektedir.

Çift demek; erkekle dişi, eksi ile artı gibi birbirinin aynı fakat zıd karakterli olan demektir.

Evrendeki tüm varlıklar, hatta tüm yaratıklar (zaman, boyut, eşitli mekânlar) bu Yâsin yasasına göre çift yaratılmıştır. Ancak âyet çift yaratılanları sıralarken Parite Teorisi'ni aynen bildirmektedir. Bakınız nasıl:

Çift yaratılanlar: "Nefsleriniz ve topraktan çıkan her şeydir" dense idi, bunu yine fizik yasası sayıp parite ile ilgi kuramazdık. Âyet, üçüncü satırında diyor ki:

"Topraktan çıkanlar dışında daha bilmediğiniz nice çiftler yarattım."

Şimdi MAURICE DIRAC'ın ünlü parite teorisine bakalım:

Evrende bir kuant şipini, maddesel bir parçacık tek başına meydana gelemez; mutlaka çiftiyle birlikte doğar.

Bir protonun yaratıldığı yerde zıd eşi de (antiproton) beraber yaratılır. Âyet ne diyor?

"Ben subhan olan Allah'ım. Teklik sırrı benim gizliliğimde var olan bir hikmettir. Yarattıklarımı hep çift (Latincede Parite)"' yarattım."

"Topraktan çıkan her şeyde bu çift yaradılışın sırrı olduğu gibi, bilmediğiniz, topraktan çıkmış olmayan evrene ait tüm varlıkları da çift yarattım, yani benzer eşler halinde yarattım."

Demek ki bu âyet Nobel fizik ödülü kazandı. Haşa insanoğlunun ona ödül vermek ne haddine. Ancak kıymetli okuyucularım, daha parite kavramından habersiz bazı aydınlar, Kur'an'a dudak bükmeye kalkıyorsa; Yâsin'in 36'ncı âyetindeki bilimsel hikmet böylelerine ateşten bir gömlektir.

Bu âyetin bilimsel ayrıntılarını Kur'anı Kerîm'den Âyetler ve ilmi Gerçekler kitabımda etraflıca açıkladım. Yâsin Sûresi'nin genel yorumu içinde sizler için bu özetle yetiniyorum.

Ancak âyetin ikinci maddesi olan "Nefslerinizden nice çiftler yarattık" emr-i ilâhîsinin enfüsî mânâsını biraz açmak istiyorum.

Her huy nefste çift yanlıdır. Bunu Sûre-i Yûsuf'da bir nebze müşâhede etmiştik.

Bu nefse ait çift özellik iki türlüdür:

a) Benzer çift.

b) Zıd çift.

Nefsdeki huylardan zıd çift oluşu kavramak daha kolaydır.

Korkaklık-Cesaret, Merhamet-Zulüm,

Tevazu-Gurur, gibi. Bunlardan iyiden yana olanlara insanlık meziyeti, insanın manevi süsü deriz: Merhamet, tevazu, cesaret gibi. Bunlar 99 tanedir. Amme Cüzü'nün Yorumu'nda bunları etraflıca anlatacağım.

Benzer çiftlerin kavranması daha zordur, meselâ: Riya-Mudâra.

Riya düpedüz yağcılıktır. Mudâra ise bir insanı ıslah edebilmek için ona gösterilen tavizler, hoşgörülerdir. Hazreti Ali efendimizin Ebu turab (Toprak babası) isminde

mudâra sırrı vardır. Toprağa her türlü pisliği dökseniz bile o size gül verir. Bir başka örnek: Gurur-Vakardır.

Gurur nefsin küfür ve şirk belirtisidir. Vakar bir mü'minin taşıdığı imana karşı etrafta saygı telkin etmesidir.

Bir başka örnek: Meskenet-Tevekkül'dür.

Meskenet, nefsin tenbelliği aczidir. Tevekkül, gayret sahibi bir mü'minin kadere karşı teslimiyetidir.

Aslında bu kavram fizik parite sisteminde de vardır. Ancak bu konuda fizikde henüz tam bir açıklık olmadığı için o noktadaki yorumumuzu şimdilik erteledim.

Âyet 37: "Gece de bir âyettir. Ondan gündüzü soyarız, bir de bakarlar ki karanlığa dalmışlar." Bu âyet de akıl almaz bilimsel bir gerçeği açıklamaktadır.

"Geceden gündüzü soyarız" kelimesi Kur'an'da "SELH" kelimesi şeklinde geçmektedir. Selh iki yönlüdür, bu bakımdan "geceyi gündüzden soyarız" anlamı da doğrudur. Önce âyetin ilk cümlesini ele alalım:

"Gece bir âyettir." Yani bilimsel bir olay, bir mucizedir. Acaba neden? Ömrümüzün yarısını işgal eden gecenin ne olduğunu hiç farkettiniz mi?

Eski yıllarda gece, uzayın tabii hâli sanılırdı. Şimdi anlıyoruz ki uzayda sonsuz ışık furyası var. Ancak bunlar, dev manyetik alanlar tarafından arza gelmeden itilmekte ve kara delikler tarafından emilmektedir. Böylece gece nimeti özel yaratılmış bir fizik hadisesidir. Ayrıca gözlerimiz de sınırlı sayıda ışığa hassas yaratıldığı, tüm ışınları idrak edemediği için mutlu bir nimete sahip olmuş oluyoruz. Gecenin bu ana ilkesini tespit eden âyet, şimdi arzdaki geceyi tarif ediyor.

"Gündüzü geceden, geceyi gündüzden soyarız." Bu tanım, arzda oturan için bir kavram getirmesi mümkün olmayan bir tanımıdır. Halbuki uzaya çıkın ve arzın dönüşü istikametinde gece ve gündüzü izleyin tam mânasıyla biri diğerinden soyuluyor görünümündedir. Bu harikalar harikası tespiti 14 asır önce Kur'an bildirirken, aynı zamanda günü gelecek bu tanımın ifade ettiği manzarayı seyredeceksiniz, demek istiyor.

Üçüncü cümle aynı tanımı netleştiriyor. Gecenin ve gündüzün birbirinden soyuluşu olayı uzaydan seyredilirken; arzdaki insan ancak geceye daldığını fark eder.

Enfüsî mânâda: Âyet, aynı zamanda rahim'den dünyaya gelişi, oradan ukbaya; öte aleme geçişi tanımlıyor.

Yine bir enfüsî manada gönüldeki vuslat ve firkati anlatıyor.

Âyet 38: "Güneş de bir istikrarda seyreder. " İşte yine bir astrofizik mucize daha. "Tecrî li müstekarrin" tanımında iki unsur içiçedir.

Mustakar: Kararlı, sebatkar, statik demektir. Kelime, duran; sabit anlamındadır. Bu âyet inzal olduğu zaman o çağın tüm bilim adamları şaşkınlık içinde kaldılar. Çünkü o devirde güneş arzın etrafında dönüyor sanılırdı.

Tecrî; Sabit duran cismin haraketidir.

Âyet-i Kerîmenin azametli bilimsel mesajını görüyorsunuz.

Âyet, güneş sabittir, ancak onun kendine has özel haraketi var, diyor ki, galaksi etrafındaki çok uzun haraketi ancak böyle ifâde ediyor. Ve kullanılan kelime yavaş bir akış anlamındadır.

Eski yıllarda ay ve güneşin haraketi aynı tarz mahrek haraketi sanılırdı. Bir sonraki âyette görüleceği vech ile ayın mahrek haraketi aynen anlatılıyor. Güneşe gelince o sabittir. Ancak kendine has bir akışa sahiptir, deniyor. Devrin ilim adamlarındaki hayrete karşı âyette, "0 azîz ve alîm olan Allah'ın takdiridir. " buyurul uyor.

Demek ki güneşin sabit olup, galaksimiz üzerindeki sabit haraketi, ancak ALLAH ilminin azîz sıfatıyla birlikte yarattığı düzendir.

Azîz olan Allah, Güneşi Samanyolu üzerinde öyle bir noktaya yerleştirmiştir ki, arzın 250 milyon yıl süren jirospik hareketi bizleri etkilemiyor bile.

Azîz ve alîm sıfatlarının birlikte zikri, bu âyete has bir kavram getiriyor. Kur'an'da genellikle "Azizürrahîm" kompozisyonu geçer.

Samanyolu galaksisi milyarca yıldızdan kuruludur. Güneşin 250 milyon yılda katettiği yörünge, galaksinin nice değişik şartlardaki noktalardan geçer. Fakat Allah Azîz ve Alîm sıfatıyla dünyadaki sisteme en küçük bir kargaşa getirmez. Çünkü 0 Alîmdir; her hesabı en detayına kadar yapandır, bilendir.

Çünkü 0 azîz sıfatıyla Fahr-i Kâinat Efendimizi sevmiş ve kudretini, O'nun yaşadığı arzda, azîz sırrı içinde daima lâtif ihsanlarla donatmıştır.

Bir mânâda da: "Bu âyetin sırrı ancak ilimle açıklanabilecektir", anlamına alîm sıfatını zikretmesidir.

Âyet 39: "Aya da menzil menzil yazgılar verdik (Yani ona her menzili için ayrı nizam ve hesap verdik), nihâyet dönmüş eski urcun gibi olmuştur. "

Güneşin sabit olduğunu bildiren âyetten sonra Ayın bir yörüngede, arz etrafında döndüğünü bildiren bu âyet, bu dönüşü sabit bir yörünge değil de değişik menzillerde tarif ediyor. Gerek ay, gerekse dünya etrafına fırlatılan bir uydu jirospik haraketini sabit bir çember çizgisi üzerinde yapmaz. Yani hep aynı orbitten geçmez. Manyetik eylem nedeniyle birbirine yakın farklı yörüngeler çizer. Farklı yörüngelerin geçiş noktaları birleştirilirse bir dantel kenarı gibi yay parçaları birbirini izler. Bu şekil tam bir urcuna benzer.

Urcun: Eski hurma yaprağıdır. Bu yaprak, tam manasıyla peyk yörüngeler menziline benzer.

Âyetin bildirdiği, menzil menzil yol takdir edilmesi, işte peyk haraketinin ortaya koyduğu yörüngeler demektedir.

Bazı yorumlarda "urcun"un eski hurma sapına kıyasen ayın bir yıllık peyk hareketine benzediği yazılıdır. Ancak bizce önemli olan âyetin verdiği iki önemli mesajdır:

a) Güneşin sabit olmasına karşılık ay, menzil menzil ayrı yörüngelerde arz etrafında peyk hareketi yapar.

b) Peyk hareketi sabit bir yörünge hareketi değil, menzil menzil bir hareketler demektir.

Âyet 40: Âyet iki bölümdür. İlk cümlesi, 37, 38, 39'uncu âyetlere kıyasen gece, gündüz, ay ve güneşin ilâhi nizam içinde fizik program hikmetini dile getirmektedir.

Âyetin birinci bölümünde ilk cümle, "Ne güneşin kendisine, aya çarpmak yaraşır. "

Bu satırı aynen çevirdik, zira âyet yine çok önemli bir astrofizik açıklama yapacaktır.

Ay, dünya çevresinde fevkalâde nazik bir gravidasyon dengesindedir. Hatta bir çok astrofizikçi, ayın en ufak bir uzay olayında, arzın yörüngesinden fırlayıp büyük meselelere neden olacağına inanılır. Böyle bir durumda ay şiddetle güneşe fırlar.

Âyetin cümlesine dikkat ederseniz, güneşin aya çarpması demiyor. "Güneşin kendisine, aya çarpmak yakışmaz" diyor. Çarpacak olan aydır. Ancak cazibe gücü nedeniyle çarpma nedeni güneştir. Âyet bu inceliği tam ifade etmektedir.

Demek ki çevremizdeki güneş sisteminde gravidasyon düzeninin ne denli hassas ve sigortalı ölçülerde kurulduğu, bu âyetle çok açık bir şekilde ifade edilmektedir.

Âyetin ilk bölümünün ikinci cümlesine gelince: "Ne de gecenin gündüzü geçmesi o/ur. " Bu âyet 37'inci âyeti tekrar açıklıyor. Yani geceyi, uzaydaki çılgın ışıkları, manyetik alanlara ve Black Holes'lere emdirerek halk ettim. Bu düzen de hassas bir düzendir. Siz, Samanyolu gibi binbir dev güneşin bulunduğu mekânlara güneşle birlikte seyahat ederken, bir gün dahi gece sırasında yeni bir gündüz doğmaz. Ya da Güneş'in ışınları bu sistemler tarafından yutularak gündüz sırasında gece olayı ortaya çıkmaz.

Bu incelikler bilinmezken "gecenin gündüzü geçmesi" cümlesini elbette anlamak mümkün değildi. Hatta yakın yıllara kadar inancı zayıf olanlar, "Bu olay zaten olmaz, âyette neden yer aldı ki?" diye düşünmüşlerdir.

Şimdi âyetin ikinci kısmına geliyorum:

Bundan 45 yıl önce İstanbul Üniversitesine çok ünlü bir Tıb bilim adamı gelmişti: Ord. Prof. Abberin Doffer.

Bu zat Türkiye'de ilk dersini verdiği zaman, âyetin ilk bölümünü okuyarak; "Bu kadar net bir bilimsel yaklaşım, ancak çağımızda bile zor yapılır" diyerek, Kur'an'a hayranlığını bildirmişti.

Bu âyet, evrenin temel yasalarından biridir.

"Ve küllün fi felekin yesbehûn. "

Bu cümleyi yalnız âyetin üst bölümüne bağlamak yanlıştır.

Yesbehûn (Yüzerler, tesbih ederler) fiili çoğuldur. Arapçada çoğul fiil, daima genellemedir.

Ayrıca Enbiya Sûresinin 33'üncü âyetinde bu emre yakın yine bir genelleme vardır.

O halde âyetin bir bölümü:

"Evrende her şey kendi yörüngesinde yüzer, tesbih eder" şeklinde çevrilebilir. Gelelim bu âyetin bu cümlesinin yorumuna:

Tesbih: Sübhanın anılması anlamında zikir demektir. Ancak bu yörüngedeki devamlı devir hareketine tesbih denir.

Yesbehûn(çoğul olarak) devamlı devir haraketinde bir mahrekte aynı hareketi tekrar etmektedirler. Diğer mânâda, Allah'ı anıyorlar, tesbih ediyorlar demektir. Aslında evrendeki her varlık için iki mâna da geçerlidir.

Bir iki örnekte incelersek:

a) Atomların etrafında elektronlar devamlı bir mahrek (yörünge) haraketi yapar. Aynı zamanda çekirdeğe karşı titreşerek manyetik şipin yapar. Bu hareket, tam bir "yesbehûn" hareketidir. Çekirdek atomun kıblesidir. Elektron hem jirospik hareketiyle, hem manyetik şipin (uydu) haliyle kulluğunu göstermektedir.

Tüm gezegenler, güneş sistemleri ve nihâyet galaksiler de aynı tarz hareketin temsilcisidir.

40'ıncı âyet, Güneş ve Ay'a ait astrofizik özellikleri anlattıktan sonra, evrene ait bu temel yasayı bu âyetin son cümlesinde açıklıyor. Böylece geceden güneş ve ayın durumuna kadar her olayın özünde yatan "Yesbehûn" mahreklerde tekrar eden akıp gitme hareketini dile getiriyor.

Bu hareket, fizikteki Jiroskobik dönme hareketidir. Ev­ren bir yaratılış noktasından başlayıp büyük patlama ile manyetik küresel mekânlara doğru mesafeler kazanmıştır. Bir varlık, belli bir mekânda kalabilmek için bu jiroskobin dönme hareketine; yani "YESBEHUN" faaliyetine mahkûm ve mecburdur.

Bundan sonraki on âyet, insan ve inkâr projesine ait açıklamalar getirecektir.

Dördüncü Bölüm (Âyet 41-50)


Âyet 41: Onlar için bir âyet de: Zürriyetlerini "fülki'l meşhûn'da" tanışmamızdır.

Âyet 42: Ve kendilerine o misilden binecekleri şeyler yaratmamızdır.

Âyet 43: Dilersek onları garkederiz; o vakit onlara ne feryatçı vardır, ne de onlar kurtarırlar.

Âyet 44: Ancak bizden bir rahmet, bir zamana kadar yaşatmak için başka.

Âyet 45: Onlara: Önünüzdekilerden, arkanızdakilerden korunun, Rahmete şayan olasınız, deniliğinde.

Âyet 46: Kendilerine rablarının âyetlerinden herhangi bir âyet de gelse mutlaka yüz çevirdiler.

Âyet 47: Onlara: "Allah'ın size merzuk luldığr şeylerden hayra sarfedin" denildiğinde, küfredenler inananlara: "Biz o kişiye yedirmeyiz, ona Allah dilese yiyeceğini verirdi, siz açık bir dalâl içinde değil de nesiniz" derler.

Âyet 48: Siz doğru iseniz bu tehdid ne zaman (Ne zaman bu vaad, doğru iseniz) derler.

Âyet 49: Başka değil, bir tek sayhaya bakıyorlar, onlar çekişip dururken yakalıyıverir.

Âyet 50: O zaman bir tavsiyeye muktedir olamazlar. Ailelerine de dönecek değillerdir.

Sûrenin dördüncü sahifesine geçmiş bulunuyoruz. On âyetti bu bölümde, önce yaratılıştaki mucize dolu hikmetler anlatılıyor, sonra da insanın nefs çıkmazındaki isyanları dile getiriyor.

Dördüncü sahifenin sonlarına doğru yeni bir konu; âhiret konusu işlenecek. Böylece Yâsin'in beşinci sahifesi âhiret sırlarını dile getirir.

Âyet 41: "Onlar için bir âyet (bir mucize); zürriyetlerini "fülki'l-meşhûn'da" taşımamızdır.

Fulki'l meşhûn, mâyide (sıvıda) taşma, seyr demektir.

Eski müseffirler gerekli bilimsel deliller olmadığı için konuyu Nuh'un tufanı ve gemisi şeklinde yorumlamışlardır. Fakat 43'üncü âyet bu tarz yoruma ters düşer.

Zürriyetin "Fülki'I meşhûn"da taşınması iki önemli bilimsel gerçeğe ışık tutar:

a) Zürriyet, bir manada genetik kartlar demektir. Bu durumda gerçekten genetik kartlar, meni sıvısı içinde akıl almaz bir sefere çıkarak görevini tamamlar. Çok hücrelilerde, bir hücrenin kendi başına hareketi söz konusu olmaz. Kan hücreleri bile kanın akıntısı içinde yer değişmektedir. Ancak meni hücreleri böyle özel bir sıvı içinde bağımsız bir hareket kabiliyeti taşır ki, bu sefer, 20 metreye yakın bir yolculuktur. Bu sefer, meni hücresi büyüklüğünün iki milyon katıdır; yâni bir insanın 20 bin kilometrelik seferi gibidir.

Dişi hücrenin macerası ise daha ilginçdir: Dişi hücre karın boşluğuna belirli belirsiz bir sıvı içinde düşer. Daha sonra rahmin uzantısı gibi iki boru (Fallop borusu) ucunda elektrik süpürgesi gibi vantuz yaparak onu yine hafif bir sıvı içinde kanala alır.

İşte zürriyetimiz, genetik kartlarımız böyle sıvı içinde akıl almaz bir seyrü seferdir. Genetik kartların neden böyle bir macera seferine çıktığını henüz izah edemiyoruz. Fakat açık olan gerçek, bu seferin bir mucize oluşundadır.

Bu "fulki'l-meşhûn" seferinde genetik kartlarda ne tarz biyolojik işlemler geçtiğini Allah bilir.

b) "Fulki'l-meşhûn" için ikinci bir yorum tarzı da bebeğin anne karnında, sıvı içinde büyüme macerasıdır. 40 hafta süren anne karnındaki hayatımız, 6. haftadan itibaren bu "fulki'l-meşhûn" (sıvıda seyr) tarzında büyür. Eş dediğimiz plasente ile amniyon sıvısı ve kesesi dediğimiz sistemden kurulu bu hayat macerası, akıl almaz biyolojik olayların öyküsüdür.

Bu sistemin üç önemli görevi bilinmektedir. Her biri akıl almaz kompitür nizamı içinde planlanmış harika düzenlerin öyküsünde özetlersek:

a) Bu sistem, çocuğun 40 haftalık anne rahmindeki hayatına uygun bir biçimde beslenme sağlar. Embriyonun (Rüşeym) hangi gününde hangi besin lazımsa bu sistemden o liste bebeğe aktarılır. Yani her an yeni bir kimyasal bu "fulki'l-meşhûn'da" hazırlanır. O maddeler kandan süzülerek bebeğe aktarılır. Bu akıl almaz kompitür, ne za­man içinde en ufak bir kimya, ya da biyoloji hatası yapsa ömür boyu arızalı kalmamıza neden olur. Bu sistem, annenin aldığı gıdaya göre değil, bebeğe lazım olanına göre ayarlı olduğundan , en güzel biçimde yeni nesli geliştirir. Gebeliğinde vitamin haplarıyla kendini takviye ediyorum sananlar, ham bir hayal içindedir.

b) Bu sistemin ikinci önemli görevi, bebeği anneden gelecek bütün kimyasal ve biyolojik tehlikelerden korumaktadır. Akıl almaz bir baraj sistemiyle anne karnındaki tüm zararlı mikrop ve kimyasal maddeleri süzer.

Her biyolojik yapıda olduğu gibi elbette barajın belli bir dayanma gücü vardır. Onu aşmamız gerekir. Özellikle annenin alkol alması halinde bu sistem hayat kurtarıcı role sahiptir.

c) Bu "fulki'l meşhûn"un üçüncü görevi hormon imal etmekdir. Bebeğin 280 günlük anne rahmi hayatının her safhasında bebeğe yapım ve gelişim için tüm hormonları bu sistem hazırlar. Bu sistemin hormonları o kadar etkilidir ki, özellikle büyüme ve cinsel hormonların tümü ticarette bu sistemden; yani plâsenta ve suyundan imal edilmektedir.

Bugün varlığını ve etkisini henüz bilmediğimiz kimyasal maddeler, bu organlardan alınarak çeşitli hastalıklarda tedavi maddesi olarak kullanılmaktadır.

İşte âyet-i kerime, bu yüzden "fulki'l-meşhûn'deki maceramız için "mûcizedir" tanımını kullanmaktadır.

Âyet 42: (Ve âyet oluş hükmü devam ediyor) "Kendile­rine o misilden nimetler verdik.

Binecekler verdik. "

Burada farklı iki mesaj vardır:

a) Anne karnındaki mayi içinde olan maceraların benzerini hayatta da verdik. Her türlü kara ve deniz vasıtaları bu hüküm içine girer. Bu seyir halindeki bineklere, özellikle belli yolları olan, belli yollar izleyen vasıtalar gire r:

Otomobil, vapur, uçak ve uzay araçları vs.

b) "Fülki'I-meşhûn"daki korunma sisteminin benzerini arza da verdik; yani arzın uzaydan korunuşu. Hava, deniz, kara taşıtlarındaki mekanik fiziğindeki mekanik, hidro ve alro mekanik fiziğindeki imkânlar da birer nimettir.

Âyet 43: Bu âyet, 41'inci âyetle ilişkilidir. Yani; "Dilesek sizi o"fulk'i-meşhûn " seferinde sulara gark ederdik; ne bilim ne de başka güç sizin genetik kartlarınızı yok olmaktan kurtaramazdı. "

Nitekim bebeğin anne karnında bir an nefes alması, boğulma için yeterde artar bile.

Bu âyetin 42'inci âyetle ilgisine gelince: Eğer suya belli bir terkip vermeyip de saf su halinde denizleri halk etseydim her seferinde boğulurdunuz.

Cenab-ı Hak bu âyetinde kimya ve biyolojiyi nasıl tasarrufunda tuttuğunu bildiriyor. Hayatın ta meni hücresinden başlayan macerası da dahil, hangi anında istesem sizi yok ederim; hiç bir bilgi ve kuvvet benim tasarrufumun akıbetinden sizi kurtaramaz. Enfüsî manada: Dilesem peygamberler göndermezdim, o zaman nefsin gafleti sizi boğar, ebedî hayattan mahrum ederdi.

Âyet 44: "Var oluşunuz, hayatınızın devamı; ancak rahmet sırrımızın bir vadeye kadar bağışladığı ceryandandır"

Bu âyet, özellikle nefslere hitab eder: Ey nefs! Sen ha­yatı ne sanıyorsun? Hayat tablosunda, ta "fülki'I-meşhûn" seyrinden itibaren verdiğim fırsat, gerçeği bul­man içindir. Rahmetim, sana ömür denen bu mesafeyi sırf doğruyu bularak inanman içindir. Yoksa ilk isyanında seni yok ederdim.

Bu âyetin enfüsî manasında çok büyük bir incelik vardır. Takdir-i ilâhide, her kişinin ta meni hücresindeki genetik şifresinde ne karakter taşıdığı bellidir. Elest'de Efendimizin ceryanından uzak kalarak "belî" demeyenler de bellidir. Allah istese onları ta fulk'il-meşhûn'da yok ederdi. Halbuki onlara bir fırsat verdi. Bu sırf Rahmetinden lütfettiği bir son fırsattır. "Acaba gerçeğe döner misin?" Nitekim bundan sonraki 3 âyet bu fırsatı nasıl kullanmak gerektiğini açıklamaktadır. Bu fırsatı kaçırırsan kıyamette cezaya hazırlan.

Ayet 45: "Onlara: Önünüzdekilerden ve arkanızdakilerden korunun denildiğinde" yani:

a) Önünüzdekiler dünya çıkmazı, arkanızdakiler âhiret­te hesap verme.

b) Önden ve arkadan hayatınızı video bandına alan meleklerin kayıtlarını unutmayın, her yanlıştan korunun.

c) Elestteki hatanız varsa onu telafi etmeye çalışın (arkanızdakilerden) ve geleceğe daha fazla kulluk yaparak yatırım yapın (önünüzdekilerden).

d) Mazide kalanların yaptığı hataları tekrarlamaktan (arkanızdakilerden) ve yeni şirklerden (önünüzdekilerden) korunun.

Ey insan oğlu! Size ta "fülki'l-meşhûn"dan bu ana kadar rahmetimizle hayat hakkı tanıdık; hiç bir anınızı gafletle geçirmeyin (arkanızda utanacak bir şey bırakmayın) ve hep rahmetin devamını sağlayacak biçimde insanlıkta daima terakki edin. Gelecek sizin için tehlikeli olmasın; istikbale ümitle bakmak istiyorsanız, Habibim sevgili peygamberimin yolunu izleyin.

Halbuki onlar; ta "fulki'l-meşhûn"da boğulmayı hak edenler:

Ayet 46: "Kendilerine 2ablerinden bir âyet (Burada âyet mucize; bilimsel delil yerinedir) geldikçe yüz çevirirler. "

Özellikle ona koşup sarılacakları yerde akıl almaz bir çılgınlığa ona yüz çevirirler ve o anda rahmet deryasını red etmiş olurlar.

Veyl böyle akıllı geçinenlere.

Nefsin daim tuzağı, ilâhi mûcizelerle ve ilmî kesinliğe rağmen Allah'a yüz çevirmesi; yani şirk ve küfre gitmesidir. Ya da Kur'an'da tafsil edilen ilâhi emirlere yüz çevirmesidir.

Neden mi bu kadar şaşkın insanoğlu?... Çünkü onlara:

Ayet 47: "Hayır yolunda harca, infak et, denildiğinde,

(Nefret dolu kalplerinde hisset, cimrilik ağır basar) inananlara dönerek: Allah istese onlara verirdi" gibi gülünç bir mantık oyununa sapar.

Ve merhametli mü'mini dalâlde, yanılgıda sanır. Mü'minleri de bir anlamda saptırıp kendi gibi hisset sahibi etmek ister.

Muhterem okuyucularım bu 47'inci âyet fevkalâde önemlidir. 41'inci âyetten beri gelen gerçekler bu âyette düğümlenir. Rahmet-i ilâhinin devamı ancak hayra infâkla

mümkündür. Yoksula vermeyen, hayra yardım yapmayan, Allah'ın âyetinden yüz çeviriyor demektir.

Çünkü küfr ve şirk, vücut ikliminde nefsin hâkim olduğunu gösterir.

Bir insana nefs hakimse en açık belirtisi hissettir. Ona "Allah'ın verdiği rızıktan fakire ver, hayra yatırım yap" dediğinizde, isyan eder ve "Allah istese fakire verirdi" der. Üstelik bu yola teşvik eden mü'mini, yanılmışlıkla itham eder.

Tasavvufda nefsin bu özelliğine "vermez, verene de tahammül etmez" denir ki, doğrudan doğruya bu âyetten alınmıştır.

Bir insan kendini aldatmamalıdır. Eğer Hisset (cimrilik) başlamışsa nefsine esir demektir. Çünkü gönlün bütününe hakim olduğu mü'minde, sevgi vardır. Başkalarına infak zevki vardır. (Sûre-i Maun'a bak)

Rahmet-i ilâhinin devamı ancak bu sayede mümkündür. Bu âyetler grubu pek açık olarak bu gerçeği perçinlemiştir.

Enfüsi manada nefs-gönül tartışmasını dile getirir. Nefs, gönlün müşfik, merhametli yapısını, davranışlarını yanılgı olarak tanımlar. Kendi şirkinin içinde bizi felakete sürükler.

Elest'te Efendimize katılmayanlardan gönül ceryanı geçmeyeceğinden, başkalarını sevemezler, garibe fakire acıyamazlar. Bu yüzden Kur'an, kâfirin giderini yetimi iten, fakire yardım etmeyen diye sık sık damgalar.

Âyetlere yüz çevirmenin, Rahmetten gelen nimetleri adeta itmenin tek belirtisi hissettir. Dikkat ederseniz âyetler grubu inkarcıları anlatırken bu noktaya gelip düğümlendi ve de bundan sonra onların elim akıbetlerini anlatacak.

Bu grup Fatiha'da bildirilen mağdubin grubudur. Nasipsizliklerinden dolayı bilerek âyetlere yüz çevirmektedirler. Dikkat ederseniz "Allah yok" demiyorlar, "Allah istese fakire de verirdi" diyorlar.

Âyet 48: "Siz doğru iseniz, o tehdit (kıyamet) ne zaman?"

Yani mahşer, mahkeme-i kübrâ, âhiret, mana alemi dediğiniz şeyler nerede?

Bütün dinlerde ahlâk ve vicdan ilkeleri kaçınılmaz kulluk görevi olarak bildirilmiştir. Uymayanlara karşı da âhirette hesap verme gerçeği ilâhi kaide olarak açıklanmıştır.

İnsanların çoğunluğu bu disiplinli ahlâk ilkelerinden kaçınmış ve Allah varlığını görmezlikten gelmek istemişlerdir. Peygamberlerden, Resullerden ve bu yolda gerçeği topluma anlatmak isteyenlerden daima mûcize istemişler; kıyamet olayının delilini göstermesinde ısrar etmişlerdir. Yine dinler tarih boyunca Peygamberler çok net, açık mûcizeler gösterdiğinde de isyan ve inkâra devam etmişlerdir. Meselâ Hz. Mûsa'nın asasını pek açık bir şekilde gören Yahudiler sonradan Samiriyya'nın buzağısına tapmıştır.

Hz. İsa ahi çocuğu diriltmiş, fakat bunu görenler O'nun idam kararına imza koymuştur. (Roma jürisinden Marcus).

Kıyamete ait delil isteme ise büsbütün abesttir. Kıyamet ancak saati gelince tezahür eder. Mahşer olayını son sahifenin yorumunda etraflıca anlatacağım.

Mânadan bir delil istemeye gelince: Mâna gönülle sezilip farkedilen bir sistemdir. Kalbi katılaşmış merhametsiz kişilere bu filmi seyrettirmek mümkün değildir.

Ancak kıyametin gerçeğini son nefeste herkes farkedecektir. Bu yüzden Allah bu sorunun cevabını 49'uncu âyette veriyor.

Ayet 49: "Başka değil, bir tek sayhaya bakıyorlar, onlar çekişip dururken yakalıyıverir. "

Sayha, 29'uncu âyette de geçen şiddetli patlamadır. Ancak Abese Sûresi'nde geçen Sahha'dan farklıdır.

Sayha, ani olan ilâhi bir müdaheledir. Üç çeşit tezahürü vardır:

a) Ölüm anında.

b) Kavimlere gelen şiddetli azaplarda.

c) Kıyamette.

Buradaki sayha a ve c şıkları için emredilmiştir.

Onlar dünya ihtirasları içinde koşturup dururken bir sayhayla gerçeği fark edeceklerdir. Ve sonra aynı sesi kıyamette de duyacaklardır.

Sayha, mekân yırtılmasından doğan dayanılmaz şiddette patlama sesidir.

Ölüm de bir mekân değiştirme olduğundan, aynı ses

duyulacaktır.

Âyet 50: Sayhadan itibaren dünya ilgisi kesilir ve kesinlikle ne bir dilek dileyebilirler, ne de vaziyete imkân bulurlar. Bu yüzden ailelerine bir daha istikbal kurma imkânları olamaz.

Bu âyetin bir inceliği, çağımızda pek moda olan ruh çağırma ve benzeri saçmalıkların imkânı olamayacağını kesinlikle bildirmiş olmasıdır.

Âyet, sayha patlamasıyla başka mekâna intikal eden insan gerçeğinin, dünya ile ilgisinin kesinlikle kesildiğini yasalaştırmıştır.

Demek ki tereddütler, isbatlar arayan nefs, beklemediği bir anda şiddetli bir sesle gerçekle burun buruna gelecek, o mekândan kıyamet gerçeğini anlayacaktır. Berzah'daki intikallere, zaman düzlemini aşan bir hızla onları kıyamete yaklaştıracaktır.

Beşinci Bölüm (Âyet 51-65)


Âyet 51: Sûr üfrülmüşdür ne baksınlar kabirlerinden Rablerine doğru akın ediveriyorlar.

Âyet 52: Eyvah! Bizi uyuduğumuz yerden kim kaldırdı? Bu 2ahmanın vaadettiği gönderilen Resûller işte doğru imiş, derler.

Âyet 53: Başka değil, bir tek sayha olmuş ve onların hepsi derhal ihzaren huzurumuza getirilivermiştir.

Âyet 54: Artık bugün hiç kimseye zerrece zulmedilmez. Ancak yaptıklarmızın cezasını çekeceksiniz.

Âyet 55: Cennet ehli bugün ŞUĞL içinde zevk etmektedirler.

Âyet 56: Kendileri ve zevceleri erikeler üzerine kurulmuşlardır.

Âyet 57: Orada onlara bir meyve var, hem onlara orada ne iddia (arzu) ederlerse var.

Âyet 58: Rahim Rabdan bir kelâm, bir selâm.

Âyet 59: Ey günahkârlar! Bugün siz ayrılın (veya, ey mücrimler! Haydi bugün bu nimetli tablodan ayrılrn).

Âyet 60: Ey Âdemoğullan! Size and vermedim mi? Şeytana kulluk etmeyin o size apaçık bir düşman diye.

Âyet G l: Ve bana kulluk edin, doğru yol budur diye.

Âyet 62: Gerçek bu iken celalim haldu için o, içinizden bir çok cibilliyetleri baştan çıkardı. 0 vakit sizin aklınız yok mu idi?

Âyet 63: Vaad olunup durduğunuz işte o cehennem,

Ayet 64: (Dünyada) Küfrettiğiniz için bugün yaslanın ona bakalım.

Âyet 65: Bu gün ağızlarını mühürleriz de bize elleri söyler, ayakları şahitlik eder. Neler kesbettiklerini (yaptıklarını).

Dördüncü sahife son kısmiyle beşinci sahifenin ilk yarısını kapsayan bu âyetler grubu, âhiret ve mahşerin kısa bir tanımını yapmaktadır. Kısa olmasına rağmen âhirete ait temel hükümler 51-65'inci âyetlerde yer almıştır.

Âyet 51: Bilindiği gibi kıyamette, İsrafil isimli melek tarafından 2 kez Sûr üflenecektir. Birinci Sûr'da yerde ve gökteki canlılar ölecek, İkinci Sûr'da hepimiz bedenlerimizle birlikte dirileceğiz. Âyetteki "sûr üflenince" den kasıd ikinci sûr'dur. Bu sûr'a, Radife sûr'u da denilir. Kur'an Âyetleri ve ilmi Gerçekler dersimizde bu konuda geniş bir bilgi verilmiştir.

Bu sûr'la birlikte kabirlerden bedensel yapımızla fırlayacağız ve irademiz dışında Rabbimize doğru hareket edeceğiz. Burada "Rabbimize doğru"dan kasd, mahkeme-i kübrâ dediğimiz en yüce yargı makamıdır. Bu mahkeme de bir eğitim sırrı taşıdığından Rab sıfatı kullanılmıştır. Ancak mü'min, kâfir herkes, o anda ilâhi kudreti hissedeceklerdir. Kâfirler yalnız Celâl esmasinin azametini, mü'minler ise hem Cemâl hem Celâl esmasinin ihtişamını hissedeceklerdir.

Bu, kabirden mahkemeye gidiş, olağanüstü bir intikaldir. Hayret ve dehşet vericidir. Melekler mü'minlere moral vererek, onları bu seyirde dahi mutluluklarını sağlayacaktır.

Âyet 52: 0 anda kâfirler işin vehametini bir kez daha nlayacak, sağlıklarında alay ettikleri "yeniden dirilme ve hesap verme günü"nü elem içinde seyredeceklerdir.

Nitekim "Demek Resûller doğru imiş, mahşer Hakmış" demektedirler. Kendilerini dayanılmaz bir gücün belli bir noktaya çektiğini farkederek, huzura götürüldüklerini anlayacaklardır.

Âyette önemli bir işaret, mahşerde dirilen insanların kendilerini uykudan uyanıyor sanmalarıdır.

Berzah ve kabir devresi kafirler için çok azaplı olmakla birlikte, belli bir an uyku süresi vardır. Belki bu birinci ve ikinci sûrlar arasında bilinmeyen bir sırdır.

Mü'minlerin kabir devreleri çok kısadır. Bir kaç saniye sonra Berzah'a intikal ederken, Berzah zaman tüneli gibi mü'mine, kiyamete yakın, ölümünden kiyamete kadar olan devreyi birkaç saat veya birkaç gün olarak bildirecekti r.

Cenab-ı Hak mahşer olayını tekrar teyiden:

Âyet 53: "İşte "0 tehdit ne zaman" diyenlerin hepsi bir tek şiddetli patlama sesiyle huzuruma ihzâren intikal etmişlerdir. "

Bu âyet, mahşeri, beşerî kavramlar içinde düşünerek, ona formalite arayanlara cevaptır: Mahşer, bildiğiniz türden bir fizik olayı değildir. 0 bir mekân değişmesinden ibarettir. Siz onu müthiş bir patlama olarak sezersiniz.

Burada "ihzâren", kendi ayağıyla zorunlu bir geliş demektir. Kur'an'da âhirette kâfirin ihzaren gelmesi müteaddit def'a geçer. Bu kavram, onların dünya hayatında dinden, ahlâktan kaçmalarına bir cevaptır. Ve "Ey kâfirler kaçın bakalım daha ne kadar kaçacaksınız."

Ayet 54: "Bugün (Mahşerde) kimseye zulmedilmez, herkes yaptıklarının hesabını verecek, sorumluğu olduğu konularda cezalandırılacaktır. "

Mahkeme-i kübranın kayıtları âyet 12'de anlattığım kompitürize video bantlara benzer. Bunların dışında her tür günah ve sevabın, ibadetin, zulmün kesin bir dökümü yapılmıştır. Meselâ, bir anda kaç vakit namaz kıldığı, ne kadar borçlu olduğu ekrana yazılacaktır.

Yine ekranda, zekâtını, sadakasını, yediği haramları saniyede okuyacaktır. Böylece kesin sonuçlar öylesine tarafsızdır ki, herkes bu mahkemede zulüm olmadığını görecektir.

Herkes iki yanda hızlı bir şekilde oynayan hayat bandını, hemen onun yanındaki ekranda tüm puanların hesap özetlerini görecektir. Puan sonuçları artı ile sonuçlandırılanlar ise cennet ehlidir ve:

Âyet 55: "Cennet ehli şuğl içinde mutludurlar. "

ŞuğI: Çok âmiyane bir tabirle "zevkten dört köşe olmak" demektir. Aslında neş'e ve sevinci, ışıl ışıl belli olan demektir.

Mahşerde, mahkeme-i kübranın ekranında, sonuç hanesinde cennet yazısını görenlerin sevinci anlatılamaz.

Ayet 56: "Kendileri ve zevceleri erikeler üzerine kurulmuşlardır." Ekranda cennet yazısının ilanı ile bir anda kendilerini cennet erikeleri üzerinde bulurlar.

Erike, cennet uzayında anlatılmaz süste özel mekânlardır ve evrenin tümünü seyretme özelliği taşır. Bu yüzden Kur'an'da "İçinden ırmaklar akan cennet" denmez, "Altından ırmaklar akan cennet" denir. Allah mü'mine tüm cennet ve evren güzelliklerini seyrettirmek için, cennet uzayında erike denilen mekânlar yaratmıştır.

Bu âyette önemli bir nokta "eşleriyle birlikte" kavramıdır.

Cennet 8 tanedir ve her biri birbirinden güzel ihtişamlarla doludur. Ayrıca her bir cennette kulun hamd mertebelerine göre farklı yakınlıklar vardır. Cennette birlikte olmak için insanların aynı yücelikte olması gerekir. Bu âyet yalnız eşler için bir ayrıcalık getiriyor. Her ikisi de mü'min olmak şartıyla, eşlerden hangisi daha üst makamda ise diğer eş de mükâfatlanmış olarak o makama yücelmiş olur.

Böylece eşler, sonsuz bir mutluluk içinde, cennet gü­zelliğini seyreder. Bu çok özel bir hamd niyazıdır.

Erikelerin özelliklerinden biri de:

Ayet 57: "Orada onlara bir meyve var, ayrıca ne iddia ederlerse o da var. "

Bu âyet, cennette genel güzelliklerin seyrinden başka iki önemli özelliği dile getiriyor:

a) Bir meyve: Bu özel bir nimeti temsil eder. Yenildiği zaman insan kendisini haz coşkusundan kurtaramaz. Kendisinde de eşinde de akıf almaz güzellikler tecellî eder.

b) Ne iddia ederlerse o da hemen verilir: Bur.ada "isterlerse" denmeyip "iddia ederlerse" denmesi, "akıllarından ne geçerse" anlamındadır. Bu ihsan, Rahîm sırrı tecellisi olduğu için, mü'minin her istediği ilâhi kader kompitüründe geçer ve ilâhi irade formülü kanalından meyda­na geliverir.

Yine "iddia ederse"den bir murad, akla gelebilecek olmaz sorular; her şeyin istenmesi mümkün olacaktır. demektir. Böylesi kul, Allah kudretinden "olmaz" diye bir şeyin olamayacağını görecek, hamdin zirvesine ulaşacaktır.

0 zaman:

Ayet 58: "Rahîm olan Rabbından bir kelâm bir selâm. "

İşte hamd görerek, yaşayarak zirveye ulaşınca, Rahîm sırrı, ilâhi tecelli ile noktalanır.

Bir hadîs-i şerîfte:

"Cennet ehli, nimetter içindeyken başlarından bir nur parıldar; bakarlar ki: Rabları onları şerefi dîdariyle müşerref kılmıştır. Allah onlara nazar eder, bu anda mü'minler başka zevkle iltifat edemezler, ta ki ilâhi tecelli ânı aralanana kadar. Fakat o nur ve bereket onlarda daim kalır" Rahîm tecellisi doğrudan doğruya fahr-i kâinat efendimize has bir tecelli olduğundan, bu dünyada efendimize ilgi ve sevgimiz ne nisbette ise cennetteki bu nimet o nisbette olacaktır. Hadisde "O nur ve bereket onlarda daim kalır." cümlesi, işte efendimize ait ilgi ve sevgiyi bildirir. Bereket, Allah'ın Mîrac'da efendimize lütfettiği mânâ sırrıdır.

Âyet 59: "Ey mücrimler! Bugün siz ayrılın. "

Ahsen-i takvim sırrından uzaklaşanlar, bu anlatılması imkansız güzellikler, sizde gönül sırrı olmadığından, size yansımaz; siz onsan mahrumsunuz, ayrılın!

Bu hikmet sohbetlerde de zuhur eder. Gönül kiriyle yüklü kişiler gelince bu âyetin sırrı tecelli eder; onlara ceryan geçmez ve sohbetin sırrından mahrum kalırlar.

Bu âyetin çok önemli hikmeti üstteki âyetlerde geçen "Burada kimseye zulmedilmez" yasasıyla birliktedir. Yani ayrılın denilenler; mücrimler, gönüllerinde sevda-i Muhammedî olmadığı için Rahîm sırrını alamazlar; o mekâna intikal mecalleri yoktur, yeni bir emr-i ilâhiyi bekleyeceklerdir. Neden mi? Bakın 60'ıncı âyet bunun hikmetini açıklıyor.

Âyet 60-61: Biz bu dünyaya intikal etmeden önce tek tek hepimiz söz verdik:

Şeytana uymayacağız, ona kulluk etmeyeceğiz; Rabbimize kulluk ederek doğru yolu bulacağız, diye and içtik.

Kalbe îman şûlesi düşünce, bu anı hemen hatırlarız. Üstelik âyette bir incelik vardır. Bizler Âdemoğluyuz ve Hz. Âdem ile şeytan arasında kan davası vardır.

Hz. Geylâni bir vaazında buyurdu ki: Ey mü'minler! Sizi bir kan davalınız izlemektedir; kendinizi emniyete almazsanız, sizi; yani imanınızı aldırır. Tedbir, efendimizin sevgisine iltica, ahlâkına ittibadır.

Ayet işte bu inceliği bize bir kez daha hatırlatıyor.

Bizim Allah'a karşı iki andımız vardır. Biri Elest'te verdiğimiz, dünyada sırat-ı müstakim'de kalacağımıza ait sözdür. Bu gerçek de Kur'an'ın âyetleriyle bildirilmiştir. ikinci andımız, cennetten çıkış anımızda bize tekrarlatılan

emirdir. 60-61'inci âyetler bu emir metnini bize aynen ha­tırlatmaktadır. Ancak metinde yazılı olan: "Sırat-ı müstakimde kalıp yalnız Allah'a kulluk edeceğime, şeytana kulluk etmeyeceğime yemin ederim" metni her gün 40 kez Fatiha'da okuduğumuz hikmetli sûrenin 4 ve 5'inci âyetlerdir. (Fatiha'nın Kırk Yorumun'a bakınız)

Şu halde "Ayrılın" diye cennet ve tüm ilâhi güzelliklerden mahrum bırakılanlar, bu Allah adını çiğneyenlerdir. Onlara zülüm değil, adaletle muamele edilmektedir.

Fatiha ahlâkına, onun gönüllere aşk-ı Muhammedî aşılayan sırrına uymayanlar, belli vehim akıbete kendilerini mahkûm etmektedirler. Bunlar Fatiha'da dâllîn ve mağdubîn olarak tanımlanmıştır.

Bu âyet-i kerîmeyi sık sık okuyarak verdiğimiz andı hatırlamalı, Allah'a kulluktan caymamalıyız. Bilindiği gibi şeytan nefsimizde her an yer tutma özelliği taşır. Bizi paraya, mevkiye, insanlara kul eder; işte o zaman âhirette "Ayrılın", "alobetinizi bekleyin" sonucuna mahkûm oluruz.

Şeytanın yer yüzünde faaliyeti, hâlis mü'minle, münâfığı ortaya çıkarıvermektedir.

İmanın iki özelliği vardır.

a) İhlâs (İçtenlik)

b) Sıdk (Doğruluk)

Mü'minin îmanında bu hassa vardır ve şeytan Fatihamızda niyaz ettiğimiz sırat-ı müstakimden bizi ayıramaz.

Eğer imanımız hasta ise; ihlâs ve sıdk yoksa, şeytan tuzağını kurar hemen arka arkaya şirk işleterek tarihî inti­kamını almış olur.

Bu iki âyet (60-61), neden günde 40 rekat namazda 40 kez Fatiha okuduğumuzun hikmetini ne güzel açıklıyor.

Allah hiçbirimizi, özellikle bu kitabımızı ihlâs ile okuyan kardeşlerimi Fatiha sırrından mahrum etmesin.

Ayet 62: "Sizin bu andınıza rağmen o(Şeytan), içinizden pek çok cibilliyetleri baştan çıkardı. 0 vakit sizin aklınrz yok muydu?"

Bu âyette ilk önemli mesaj aklın tanımı üzerinedir.

Akıl, Allah'ı bulan zekâ kudretidir. Eğer O'nu bulamıyorsa akıldan söz edilmez. Ya da akıl, şeytana tabi görünüyorsa bir an devreden çıkmıştır. Çünkü âyet "aklınız yok mu idi?" emriyle şeytana tabi olduğumuz zaman aklı devreden çıkardığımızı bildiriyor.

Nefs, şeytanla işbirliği yaptığı zaman önce aklı devreden çıkarır, onun yerine geçici bir mantık aldatması icad eder. Ve birçok cibilliyetler bu yoldan baştan çıkarılmıştır. Cibilliyet karakter demektir. Eğer fizik ve matematik dayanakları sağlam bir zekaya sahipseniz Allah'ı akledersiniz. Bu aklınız devreden çıkmadıkça karakteriniz bozulmaz.

Allah Âdem'e bu yüzden özel olarak aklı verdi. Ancak buradaki incelik, akılsızlar baştan çıkar, akıllar şeytandan etkilenmez demek değildir. Mânâ geneldir. Hatta özellikle akıl sahiplerine hitab etmektedir:

"0 zaman aklınız nerdeydi?"

Yani nefsiniz şeytana uyunca hemen akıl devresinden çıkarsanız dikkat edin!

Âyet 63-64: Andınızı bozdunuz! Aklınızı kullanarak şeytanın ve nefsin oyunundan kurtulamadınız! Ve nihayet Sırat-ı müstakime kendinizi atarak kurtulma yolunu bulamadınız! (63): 0 halde işte vaad olunduğunuz cehennem. " (64): "Küfr içinde olduğunuz için ona yaslanın (yani ona intikal edin; ona yansıyın!). "

Âyet 65: "O gün ağızlarını mühürleriz, elleri sözler eder, ayakları şehadet eder: Ne kazanmışlar, ne yapmışlarsa. "

Nefs bu tablo karşısında dahi mazaret uydurma niteliğinde olduğundan ve bu mazaretler hüküm ekranlarında kolayca giderileceğinden, ağızlar mühürlenmiştir. Kur'an'da muhtelif âyetlerde, varlıkların konuşmasının izn-i ilâhî ile mümkün olduğu bildirilmiştir. (Sûre-i Zilzal).

Bu âyet, aynı zamanda dünya hayatında bedenin zorunlu olarak nefsin emrine girdiğini gerçekte ise dâim Allah'ın tasarrufunda ve emrinde olduğunu simgeliyor.

Ve şimdiden nefse bir uyarıda bulunuyor. Sakın âhirette mazeret aramaya kalkma. Ağzın mühürlenecektir, ayağını denk at.

Yâsin Sûresiinin beşinci sahifesine devam ediyoruz. Şimdi yeni bir bahse geçiyoruz: Hayatımızla ilgili.

Altıncı Bölüm (Âyet 66-76)


Âyet 66: Dileseydik gözlerini üzerinden silme kör yapardık da yollara dökülürlerdi. Fakat nereden görecekler?

Âyet 67: Yine dileseydik onları oldukları yerde neshediverirdik de, ne ileri gidebilirler ne de geri dönebilirlerdi.

Âyet 68: Her kimin ömrünü uzatıyorsak hilkatte onu ter­sine çeviriyoruz. Hâlâ akılları ermiyor mu?

Âyet 69: Biz O'na şür öğretmedik; O'na yaraşmazda. 0, sade bir zikir ve parlak bir Kur'an'dır.

Âyet 70: Hayat kabiliyeti olanı uyandırmak ve kâfırlere de o söz, hak olmak için.

Âyet 71: Ellerimizin işleyip yantıklarından bir talum en'am (yumuşak hayvan) yaratmışız onlar için.

Onlara Malik bunuyorlar görmedilermi?

Âyet 72: Ve onları kendilerine zebun etmişiz de, hem onlardan binitleri var, hem onlardan yiyorlar.

Âyet 73: Onlar da daha nice faydalı içecekler vardır. Şükretmezler mi?

Âyet 74: Onlar Allah'dan başka mabudlar edindiler, güya yardım olunacaklar.

Âyet 75: Ki bunlar, onlara yardıma gücü yetmez. Bunlar kendileri için hazırlanmış avenelerdir (askerlerdir).

Âyet 76: 0 halde onların lafr seni mahzun etmesin; biz onların içlerini de biliriz dışlarını da (açık gizli her yanlarını biliriz).

Yâsin'în bu bölümünde, hem çok önemli hem anlaşılması güç on âyetle karşılaşıyoruz. Şimdi bunları teker teker yorumlamaya çalışalım:

Âyet 66: Âyetin zahiri çeviri mânasında: "Dünya hayatında size gerçekleri bildirecek göz verdik, ya vermeseydik; çevrenizi gerçekleri nasıl anlardınız" yaklaşımı anlaşılıyor. Ancak âyetin pek çok mesajları var:

a) Görme olayının gerçeğini bile göremiyorlar. Halbuki gözün idrak hassasını sırf gerçeği fark etsinler diye verdik.

Görme olayını çok kısa özetlersek: bütün cisimler, güneş ışığının ışın demetini, belli farklıklarla kısmen emer, kısmen yansıtır. Allah'ın verdiği harika sistem; göz ve yardımcı organları, bu ışınları alarak analiz eder, sonra bir sentez sonuç içinde eşyayı tanır, görürüz.

Göz, önce çevreden gelen ışınları göz bebeği arkasındaki harika canlı bir mercekle gözün arkasında retina dediğimiz yine canlı bir kimyasal dokuya düşürür. Göz merceği, bildiğiniz tüm merceklerden farklı olduğundan; yani canlı olduğundan, gelen ışının mesafesine göre uzayıp yassılarak her cismin fokusunu retinaya göre ayarlar. Eğer böyle olmasaydı bir cismi görmek için ona yaklaşarak veya uzaklaşarak bakmak zorunda kalacaktık.

Retina tabakası, gelen ışınları elektriksel niteliğe çevirmekle görevli dev bir fotosel gibidir. Renkli televizyon keşfinden sonra anlaşıldı ki, bir cismi renkli görmek için, her renginin retinadan beyne belli zaman aralıklarında intikal etmesi gerekir. Renkler aynı anda beyne gitse, bir renk kargaşasından başka şey görmeyiz. Bu senkron farkı saniyenin yüzde biri zamanlarda olmalıdır. Yine TV yapımcıları tesbit etmişlerdir ki bu senkron ayarı ancak elektronik beyinle yapılır. Derinlik görme ise büsbütün zor bir kompitür sistemi gerektirmektedir. Bunun için de görme olayının gerçekleşmesinde; yani cisimlerden çıkan ışınların beyne ulaşmasında en az 4 tane dev kompitür mekanizması çalışır. Bu fizik, matematik, biolojik şahane bir işbirliğidir. Ancak âyetin üzerinde önemle durduğu, görme olayının idrak tarzıdır.

Beyne gelen tüm bu ışınlar ne oluyor? Yani bir çiçeğe baktığımızda, tam o sırada beyindeki görme hücrelerini büyütsek, baksak ne görürüz? Bir köşeden bir köşeye çeşitli yoğunlukta koşuşan elektronlar! Nerede o çiçek? Çiçeği çiçek sanan; yani asıl gören kim? İşte âyet "Fakat nereden görecekler" sorusunu, bu gerçeği idrak etme­miz için soruyoruz. 0 çiçeği gören, Allah'ı bulmak, O'na kulluk etmek için bu dünyaya gelirken and içen bizlerin mânası; ruhudur. Nefsle perdelendiği için gerçeği göremiyor.

b) Onlara, beni bulmaları, sırat-ı mustakime gelmeleri için göz ve görme nimeti verdim. Eğer onu vermeseydim yollara dökülüp onu aramaya çaba göstereceklerdi, buyuruyor. Kör dahi, görenlerin idraki içinde cisimleri görmese de onları idrak imkânına sahiptir. Eğer yer yüzünde kimse görmeseydi, kör olan o zaman gerçek kör olurdu.

c) Siz gafletinizle kendinizi körleştirdiğiniz için, sırat-ı mustakimi görmekteki gaftetiniz, gözleri hiç yaratılmamışların yollara dökülüp yol aramasına benziyor.

Ayet 67: Yine istesek, onları değiştirerek (Nesh etmek, başka formosyona inkılâp ettirmek demektir) hareket ve ,gelişme inançlarını yok ederdik :

a) Cansız bir varlığa dönüştürürdük. b) Bitki gibi hareketsiz kılardık.

Yine de kulluk zorunda olmaları gerekirdi. Nitekim cansız varlıklar ve bitkiler de kulluklarını kesiksiz sürdürüyorlar.

Bir diğer mâna da : Onların gafletleri, onlara verdiğimiz ahsen-i takvîm sırrı içindeki tüm kabiliyetleri öldürmüş, sanki nesh edilmiş gibi acaip şekle çevirmiştir.

Sırat-ı mustakimi bularak, o caddeden sonsuz sür'atle yücelip Allah'a yaklaşmayan, olduğu yerde küfür mezbeleliğinde kalmış, hareketsiz acaib bir mahlûka benzer. Yani âyet-i kerîmenin "Nesh eder dondururduk" emri; mânen bu şekli almışlar, maddelerini de bu hale sokardık, demektir.

Âyet 68: Bu âyet de çeviri kalıbının daha iç yapısında kavranabilir:

a) Ömrü, bir parabol gibi önce yükselip güçlenen, sonra zirveden geri dönerek zayıflayıp tükenen biçimde tayin ettim. Ömür uzadıkça hilkat tersine döner.

b) Kimi muammer kılıyorsak hilkatte tepetaklak ediyoruz. Yani gençliğin zirvesinde; en parlak devrinde (muammer) insan inişe geçiyor demektir.

c) Dünyaya değer verip onda parladıkça, hilkat tersine işliyor, sırat-ı mustakimden kopuyorsunuz. Ve yaşlandıkça dünya zevkinden kopmanın azabını daha çok hissediyorsunuz.

d) Kime ceza vermede uzun müddet vermişsek, akibeti daha elim, vahim oluyor.

e) Sırat-ı mustakimdan uzaklaşarak kazanılan muammer durum 66 - 67. âyetlerde bildirdiğim sonuca döner.

f) Sırat-ı mustakim Allah'a giden yoldur. Onun dışı kesret (çokluk) azaplarıdır ve muammer görülse de sonu yaşlılığın eleminden ibarettir.

Âyet 69: "Biz O'na şiir öğretmedik, O'na yaraşmazda da. 0 sade bir zikir ve parlak bir Kur'an'dır. "

Âyetin birinci bölümü, Kur'an'a şiir gözüyle bakma gafletini bildirerek uyarıyor :

İlâhi kelâmın ahengine, edebî güzelliğine hayran kalmak dahi olsa onu şiir sanmayın.

Şiir güzelliği söyleyişten ibaret olan bir duygudur ve Allah'ın verdiği bir ilhamdır. 0 ilham değdiği gönüldeki tele göre ses çıkarır, ve her şiirde söyleyenin duyguları yanında zaafları da vardır.

Kur'an şiir değildir, biz ona şiir öğretmedik; yani Kur'an'ı ilham şeklinde indirmedik.

Hem bu ona yakışmaz.

Allah, sevgilisine ilham şeklinde hitab etmez, doğrudan doğruya; yani vahiy şeklinde hitab eder.

Efendimiz evrenlerin övüncüdür (Fahr-i kâinat). Evrenin sırrında onun Elest Hamdi gizlidir. Ona hiç sıradan bir ilham yakışır mı?

Âyetin bu baş bölümünde bir önemli mâna da: Onun dış mânasına kapılıp, Kur'an'ı bir sözden ibaret saymayin, ikazıdır. Çünkü 0 zikir ve parlak bir Kur'an'dır. Âyetin bu ikinci bölümü Kur'an'ı veciz bir şeklide tarif et­mektedir: Onun sırrı saymakla bitmez, çünkü o bir zikirdir. Tümüyle ilâhî hikmetleri dite getirir.

Zikir, Allah'ın anmakla bitmeyen güzelliklerinin hikmetlerini kesiksiz söylemek anlamına gelir. Ancak zikirde bir yaşama ritmi vardır. Meselâ bir elektronun saniyede 100.000 kez dönerken, manyetik sipin yaparak bir tarz eğilmesi, titreşmesi bir zikirdir. Ona hayat veren bu fizik yasadır. Bütün mahlûkat, farkında olsun olmasın devamlı zikir halindedir. Ancak bu sayede varlıklarını sürdürürler.

Âyetteki "Zikir" kelimesi, hem efendimize, hem Kur'an'a aittir.

Âyet 70: Bu muhteşem zikir iki önemli hikmet taşır:

a) Hayatiyeti olan, hay sırrı taşıyanları uyandırır. Kalblerinde zikirle manevî hayatı doğurur.

b) Kâfirlere kavlin Hak olmasını sağlar. Yani onlar dünyaya gelirken and içmişlerdi. Kur'an kör ve sağır olmamış kalplere o andı hatırlatır. Buna rağmen sözlerinde durmazlarsa ceza onlara Hakk olur.

Çok basit bir örnek verirsek: Koma halinde bir insan düşünün. Buna tıbbın en harika ilacını veriyorsunuz, eğer hastada en ufak bir hayatiyet varsa, hasta mutlaka dirilecektir. Eğer dirilmiyorsa ölüm onun için hak olmuştur. Mezara giden kâfirin hali bu ikinci şıkka benzer. Ancak Allah, Rahmetinin çokluğundan bir şans daha tanıyarak cehıennem dediğimiz arınma laboratuvarına sokuyor.

Âyet 71: Tüm insanlar için:

"Elimizin işleyip yaptıklarından bi takım en'amlar yarattık. "

En'am, yumuşak, mûnis hayvan anlamında tercüıme edilmiştir. En'am, kelime mânası olarak yumuşak demektir. Ancak bir çok yorumlarımda değindiğim gibi, burada alışılmamış bir tanım var:

"Ellerimizle işleyip yantıklarımızdan.

Acaba elleriyle işlemesinden muradı nedir? Bir çok müfessirler bu hayvanın koyun olduğu üzerinde müttefiktir.

Acaba koyunun normal şartlardaki hayvansal yapıdan ne farkı vardır? Allah onun üzerinde ayrı biyolojik işlem yapmış olmalı ki "Ellerimle işleyip yaptım" buyursun. El­bette elle işleme bizim kavramımızdaki el olmaktan ziyade, onlar üzerinde bizzat değişik biyolojik hassalar yaptım, anlamındadır. O halde nedir bu farklar?

a) Koyun çoğu kez sıcak iklimde yaşamaktadır. Bu yüzden derisinde böyle kutupta yaşayan hayvanlara mahsus kıllı deriye kesinlikle muhtaç değildir. Nitekim onun kuşağında yaşayan hayvanların tümünde kıllı deriler vardır (inek vs.). Koyun ise, Afrika'da yaşasa bile, bu zengin tüyü taşır ve bu yün sırf insanlar için bu hayvanlara mon­te edilmiştir.

Tabii bir takım ukalâlar çıkıp "Yün olumuş ne olmuş, biz sentetik kumaş yapıyoruz" diyebilir. İşte hikmetlerin en incesi burdadır.

Yünün taklidini yapmak mümkün olmamıştır. Yün lifleri elektronları vücuttan dışa attığı halde, tüm sentetik kumaşlar elektronu toplayıp depo etmektedir. Bu konuda yaptığım bir TV konuşması dünya yüncülerinin Londra'daki merkezleri tarafından büyük ilgiyle benimsenmiştir.

Şimdi âyetin "Ellerimizle işleyip yaptıklarımızdan" cümlesinin sırrını anladınız mı? Yün taklid edilemez, tüm tabii lifler sun'i olarak taklid edildiği halde yün taklid edilemez.

b) Koyunun eti de kendi ihtiyacının ötesinde yağ ve protein taşır. Özellikle koyun benzeri hayvanlar gerek protein açısından gerek yağ açısından çok zayıf dokudadır.

c) Koyunun sütü de ihtiyacından fazladır. Ayrıntıları 73'ncü âyette dile getireceğim.

d) Asıl koyunun sırrı bereket hikmetindedir. Bereket matematik ihtimal kuralını aşmak demektir.

Bereketi basit ölçüde tasavvufta şöyle tarif ederler:

Koyun: Yılda bir kez doğrurur, durmadan yenir. Köpek: Yılda 2 kez 6'şar tane doğurur, herkes yemek şöyle dursun onu besler, öyle iken kıyamete kadar koyun sayısı artar. Köpekten daima fazladır.

Elbette bereketi kolay kolay dile getirmek mümkün değildir. Zira o, Fahr-i Kâinat efendimizin hikmetidir. Mü'minlerin bunca maddî manevî baskılara rağmen sayılarının artması gibi bir hikmet. Dünyada bir bakın, müslüman nüfus bir milyara ulaştı.

İşte bu yüzden Allah, bir kısmını 72. ve 73'ncü âyetlerde de belirteceğim hikmetleri işaret ederek, âyetin sonunda bu ince hakikatleri "Görmezler ki" buyuruyor.

Âyet 72: Nitekim yine 71'nci âyette emredilen sırlar içinde:

a) "O hayvanları kendilerine zebun ettik, hem binekleri var."Âyetin bu kısmında at ve develerin de insanlara akıl almaz hizmetleri zikrediliyor.

Demek ki Allah, at ve deveye de özel işlem yaparak insanların hizmetine vermiştir. Devenin akıl almaz hikmetlerini Sûre-i Gaşiye Yorumu'nda anlatacağım. (Kur'an-ı Kerîm'den Âyetler ve İlmi Gerçekler serimizde bu konu işlendi.)

Ata gelince: Çeşitli benzeri hayvanlar içinde en akıllısı olduğu halde (Zebra vs.), ilâhi emre uyarak insanlara zebun olmuş, olmakla da kalmamış, onların kaderlerinde oynadığı rolü idrak etmiş, sırasında ağlamış, sırasında sahibini arkadaş gibi korumuştur. Adeta ilâhî hikmeti bize anlatmak için tarih boyu çabalamıştır.

b) Âyetin ikinci bölümünde, "hem de onlardan yiyorlar" emri içinde akıl almaz hikmetler vardır. Tüm dünya beslenme âlimleri etli beslenmede insanda vahşet eyleminin arttığını belirtmektedir. Böyle iken bunun istisnası en'am diye dile getirilen koyun etidir. Koyun etinin vahşet eylemini artırmamasının hikmetini çözmek mümkün değildir. Zira bu manevî bir andır ve koyun tasavvufta teslimiyetin temsilcisi olarak bilinir.

Nefsler adına gerçekleri görmemekte direnen inkârcılara Cenab-ı Hak bu üç âyet içinde (71, 72, 73) akıl almaz hikmetler açarak, Kur'an'ın nasıl muhteşem bir zikir olduğunu dile getiriyor.

Âyet 73: "Onlarda kendileri için nice menfaatler var, içecekler var. "

Nice menfaatler konusu, bilim ilerledikçe akıl almaz bir sonsuzluğa ulaşmaktadır.

Koyunun derisinden, yününden, kanından, hormon yapan bezlerinden, rahimdeki eşinden, bağırsaklarından ameliyat ipliği yapılmasına, dışkısından gübreye kadar istifadelerimizi bir sayın. Hele son yıllarda immünolojik (bağışıklıkla ilgili) tüm çalışmalar koyun kan hücrelerinden alınan antijenlerle yürütülmektedir.

Kanser için çok önemli olan B lenfosit ve T lenfosit deneyleri de koyun kan hücreleriyle yapılmaktadır.

Şüphesiz en'am sınıfı mûnis canlılar nimetinin başında koyun geldiği gibi, at ve ineklerin de bu grupta mütalâası yanlış olmaz.

Âyetin "içecekler var" bölümü, açıkça süt ve süt ürünlerini kastetmektedir. Süt tertibindeki bir gıdanın emsalsiz terkibini ve insan sağlığına getirdiği nimetlerin azametini fark etmemek mümkün değildir.

Günlük gıdalarımız içinde süt, yoğurt, peynir vazgeçilmez bir yer tutmaktadır. Bunların ayrıntılarına girmek istemiyorum. Ancak yoğurt konusunda ilginç bir açıklamayı yapmadan geçemeyeceğim. Yapılan incelemeler göstermektedir ki, Yoğurt mikropları yoğurdu hazırlarken olay şöyle gelişir: Önce bakteriler kendilerinin üremesi için gerekli fosfor bileşik ve Riboz ve aminoasitlerini sütten işle­meye başlar. Bu onun doğal fonksiyonudur. Fakat bir süre sonra kendi ihtiyacının binlerce katı enzim ve vitamin yapmaya başlar. Doğrudan doğruya karaciğerin imal ettiği bir sürü harika kimyasal maddeler imal eder. Sanki bir biyoloji fabrikasının işçileri gibi, Allah'ın emrinde insanlara paha biçilmez bir besin hazırlar.

Bu asıl faaliyeti kendi ihtiyacı için o kadar tezattır ki, bir süre sonra kendi üremesi durur. Yani yoğurt bakterisi, kendi neslinin aleyhine olmasına rağmen insanlara hizmete devam eder.

Veyl sırat-ı müstakimde yüce yaradana hamd etmeyenlere!

İşte âyetin son Cümlesi "Hâlâ şükretmeyecekler mi?"

Âyet 74-75: Bu iki âyet, şirk dediğimiz Allah'a eş koşma yanılgısını dile getiriyor. Cenab-ı Hak, Kur'an'ın dolayısıyla Habibinin sırrını binbir ilmin hikmeti içinde bildirdikten sonra "Niçin hâlâ insanlar gerçeğe dönmüyorlar?" sorusunun önemli bir cevabını veriyor:

Onlar Allah'dan başka güçler (Mabudlar) tahayyül ettiler, onlardan yardım beklediler. Halbuki zahirde güç gibi görünen tüm olaylar benim tasarrufumdadır. Onlara hiç bir faydası olmaz. Bu güçler, kendileri için hazırlanmış bir âvenenin askerleri gibidir."

Şirk, her toplumda, her devirde değişken bir konudur. Zaten âyet bu kavram için de bir genelleme getirmiştir. Yani ne surette olursa olsun Allah'dan gayri mabudlar edinmek, güçler var saymaktır.

Çağımızın şirkleri nedir?

a) Eksik bir tanrı inancı fizik ve yasaların akışını değiştiremiyor. Neredeyse (hâşâ) insanla başa çıkamayan, hasta, göstermelik bir Tanrı kavramı.

b) Madde güçleri ve yasaları, meselâ tabiat ya da galaksilerin yapısal enerji güçleri.

c) Para, her türlü maddî varlık ve zahiri dayanaklar.

d) Henüz alfabesini bile tamamlayamamış ilim. Bu ilmin kaynaksız teorileri.

e) Bir takım toplumsal güçler, buna bağlı doktriner inançlar.

f) Mevki, eski dilde cahı-mansup denilen siyasi otorite güçleri.

g) Nefsinin korkusuyla yarattığı korku putları: Çevreden ve toplumdan çekinme, ele yaranma şirkleri.

İşte âyet-i kerîme bütün bu putlar için "Ey insanoğlu! Bu zahiri güçler senin askerlerin, sen bir komutansın, hiç komutan askere tapar mı?" diyor.

Nitekim 81, 82, 83'ncü âyetler, Allah'ın gerçek mâbud olduğu delilleriyle anlatılacaktır.

Âyet 76: Müşriklerin bu şaşkın saplantılarını dile getiren Allah:

"Habibim onların lafı seni üzmesin (mahzun etmesin), biz onların içlerini de biliriz dışlarını da" buyuruyor.

Yani böylesine idrak yoksulu şaşkınlar gurubu senin Azîz ve Rahîm tecellilerindeki sırrını nasıl anlasın?

Sen mahzun olma, senin uğruna canını koyan ümmet vereceğim. Ve senin şanını kıyamete kadar azîz kılacağım.

Çağımızda 1 milyar müslümanı namaza davet eden yüz binlerce ezan; işte efendimizin aziz şanı.

Sen müşriklerin şaşkınlıklarına bakıp hüzünlenme!

Biz onların iç dünyalarındaki çıkmazlar girdabını ilâhî

ekranda seyrediyoruz. Onlar dâllin mağdûbîn grubudur.

Efendimizin şirkte ısrar edenler karşısında hüzünlenmesinin âyette aynen zikredilmesi onun çok önemli bir sırrıdır.

Fahr-i Kâinat efendimiz sevgilisi yüce Allah'ına imkân oranında çok ümmet götürmek istemektedir. Ondan Allah'ın Azîz ve Rahîm esmaları tecelli ettiği için, tüm insanları doğru yola sokmak için akıl almaz bir gayretin temsilcisidir. Efendimiz her insanı o insanın nefsini sevdiğinden çok sevdiği için, şirkte ısrar edenler karşısında hüzünlenmekte ve derinden üzülmektedir. Elbette ki âyet bu noktayı özellikle ilân ederek "Ey müşrikler ve kâfirler, bir sizin şaşkınlığınıza bakın, bir habibimin hüznüne; yazıklar olsun size" demektedir.

0, âlemlerin övüncü (Fahr-i Kâinat), Taif'de kendini taşlayanlara bile dua etmiş, "Aman Ya rabbi bilmiyorlar, onları bağışla" demiştir.

Şimdi Yâsin'in son sahifesindeki çok önemli 7 âyetin yorumuna geçiyoruz.

Yâsin, ilk sahifesinde efendimizin şanını ilânla başlar, son nefesinde Allah'ın azametini tarifle sona erer.

Böylece 83 âyetiyle evrenin damarlarında dolaşan bir kan ve can gibidir. Bu yüzden efendimiz hadîs-i kudsîlerinde "Yâsin Kur'an'ın kalbidir" buyurmuştur. Gördüğünüz gibi Yâsin Sûresinin Yorumu'nda imkân oranında enfüsî mânâya değinmedim. Bunun nedeni, önce Yâsin'in net mânâsı aktarma çabamdan gelmektedir. İnşallah bir başka kitabımda, yine bu seride "Fatiha Anahtarıyla Yâsin'in Yorumu" ismiyle enfüsî mana da anlatmaya çalışacağım.

Yedinci Bölüm (Âyet 77-83)


Âyet 77: Görmedin mi? 0 insanı bir nutfeden (Sperm'den) yarattık; şimdi o açıktan açığa bir muhasım kesildi.

Âyet 78: 0 kendi yaratılışını unutarak bize bir mesel getirdi: "Bu unufak olmuş kemikleri kim diriltir?" dedi.

Âyet 79: De ki: Onları ilk defa inşa eden diriltir ve 0 her yaratışı (Halk etmeyi) bilir.

Âyet 80: 0 ki size yeşil ağaçtan ateş çıkarandır. Şimdi siz hep onu tutuşturuyorsunuz.

Âyet 81: Gökleri ve yerleri yaratan, onlar gibisini (onların aynını) yaratmaya muktedir değil midir? Elbette 0 Hallâkü'l-Alîm'dir (mutlak yaratıcı her şeyi bilendir.)

Âyet 82: O'nun emri bir şeyi dilerse (irade ederse) ona sade "Ol" demektir. 0, oluverir.

Âyet 83: Öyle! 0 her şeyi melekûtu (kudreti) yedinde (tasarruf ve emrinde) olan sübhandır. Hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz.

Bu âyet grubunda Allah, insanlar arasında yaygın olan,

mahşerde dirilişe karşı şüpheli yargıları cevaplıyor. Bu arada Kur'an, akıl almaz, ilmî mûcizeler açıklıyor. Bu yedi âyetten çıkan toplu mânâya göre, insanların mahşere inanmamasında iki yanlış yargı var. Biri Allah'ın kudretini iyi kavrayamamak, diğeri çevresindeki ve evrendeki olayları gereği gibi yargılayamamak.

Âyet 77: "0 insanı göremedin mi? Meni zerresinden yaratıldığını unuttu, şimdi açıktan açığa (emirlerime) muhasım kesifdi. "

İnsan 1 mikron büyüklüğünde bir genetik şifreden yaratıldığını nasıl unutur? Milyonlarcası telef edilen 10 mikron büyüklüğünde meni hücrelerinden sadece bir tanesidir. Hele trilyonlarca hücreden bir tanesinden ibarettir. Kim oluyor da Kur'an'a, senin davana karşı çıkıyor. Hem de açık açık cephe alıyor.

0 insan kendini maddeden ibaret sayıyorsa, milyarlarcası oraya buraya atılan meni hücrelerinden sadece bir tanesidir. Ortaya çıkıp ukalâlık etmeye utansın!

Yok eğer değerli olmaktan bahsedecekse, o zaman senin davana, mânâya inansın!

Bir başka ifade ise 76'ncı âyete kıyasen: "Eğer onlar gönüllerinde îman ile ilkah olmamışsa; tıpkı yumurta hücresini ilkah edememiş meni hücreleri gibi teleftedir. Dışarı atılmaya mahkûmdur." Bu âyetin yorumunu da 78'nci âyet içinde vereceğim.

Âyet 78: "O kendi yaratılışını unutarak bize bir de mesel getirdi:

Bu un ufak olmuş kemikleri kim diriltir?"

Bu tarz bir soru ölüm olayının gerçeğini bilmemekten

ileri gelmektedir. O halde ölüm olayını bilimsel olarak bir inceleyelim. Çeşitli varlıklarda ölümün tanımı şöyledir:

a) Kuantlar, enerji zerrecikleri ve ışınlarda ölüm: Bu zerreciklerin temsil ettiği titreşimler maddenin temelini teşkil eder. Bu fizik üniteler için ölüm, dalga boylarının değişmesindedir. Uzay ışınları , arasında bu değişmelere ölen, ömürleri saniyenin on milyonda biri kadar olan ışınlar vardır. Fakat ışının ölmesi ile raks ve kuant hali yok olmaz; başka görünüme geçer.

b) Atom ve moleküllerde ölüm: Atomun ölmesi iki tarzdır.:

1- Kuantize olması; yanı şipin yapan çekirdek kuantlarının bağımsız kuantlara dönüşmesi (novalarda ve güneşlerde olur).

2- Atom çekirdeğinin yeni bir parçacık özellikle proton kazanması. Meselâ: Bir cıva çekirdeğine bir proton katarsanız, cıva ölür fakat çekirdek ölmez altına dönüşür.

c) Mikroplarda ve hücrelerde ölüm: DNA moleküllerinin çözülmesidir Böylece ayrılan fosfor-Riboz ve azotlu nüklit, yeni bir DNA molekülü için adaydır. Arz tabiatında bu olay tekrar eder durur. Çürüyen kelebek, bir gül goncasına, azot, fosfor ve karbonuna intikal etmiş olur.

d) Bitkilerde ölüm: Genellikle oldukça zahirdir. Tohum yoluyla bir ağaç kendini tekrar eder durur. Nitekim kışın ağacın kuruması sanki yeni dirilmeleri haber verir gibidir. Her ne kadar bitki de erkek ve dişi genetik kartlardan oluşursa da bu istidatlar her gün için aşağı yukarı standarttır.

e) Hayvanlarda ölüm: Daha bârizdir. Anne ve babadaki farklı genetik şifreler, yavruda yeni biçimler meydana getirdiğinden, ana ve baba moleküler çözülme ile ölünce o kişilik kaybolmuş olur.

f) Yıldızlarda ölüm: Yıldızlar enerjilerini yitirince atomların çevresindeki elektronlar çekirdeğe düşer. Böylece yıldız önce binlerce, milyonlarca kat küçülür. Sonra çekirdekler üst üste yığılarak korkunç bir gravidasyon doğurur. Buna dayanamayan yıldız mekânı, önce nötron yığınağına, sonra manyetik şok'a dönüşür. Bu şok kara delikleri meydana getirir (Black Holes). Bazı bilim adamlarına göre bu şok, evrenin bir yerinde yeni bir yıldız doğmasına neden olur.

Bütün bu ölüm tarzlarından anlıyoruz ki, evrende varlıkların temelinde yok olma yoktur. Karakter değişmesi vardı r.

g) İnsanın ölümüne gelince: 77'nci âyette de belirttiği gibi, insanın kişisel karakteri bir meni hücresindeki 1 mikronluk genetik şifreden ibarettir. Bu şifre, Allah'ın emrettiği ortamda bir insanı meydana getirir. Dünya ortamın­da insanın genetik şifresi rahimde açılmaktadır. Halbuki toprak da bir genetik şifre açısıdır. Nitekim tohumlar da bitkilerin genetik şifre açısıdır. Ve toprakta açılmaktadır. Bitkilerin genetik şifresini basit sanmayınız. Hurmanın genetik şifresi birçok hayvanın genetik şifresinden karışıktır.

Şu halde, çürümüş kemiğin en ufak olmuş manzarası, birşey ifade etmez. Allah, istese herhangi bir insanın genetik şifresini toprakta gayet basit olarak geliştirir, açar.

Âyet-i kerîmenin başında geçen "Kendi yaradılışını unutarak" mesajının iki nedeni var:

a) Meni hücresinden şifresinin açılıverişini unutma.

b) Dünyaya gelirken verdiğin sözü unutma.

Rahimde gelişmeye başlayan bebeğe 20'nci haftada ruh yansır. Bu yansımadan önce, daha evvel arz ettiğim ilâhi anlaşma yapılır.

Ayet 79: "De ki: Onları ilk defa inşa eden diriltir. O, yaratılışın tek benzersiz mimarıdır, her şeyi bilen yalnız O'dur. "

Asıl aklın almaması gereken şey kemiğin tekrar dirilip dirilmeyeceği değil, ilk kez insan denen bu şaheser yaradılışın, bir zerreye genetik şifresinin yazılmasıdır. Burada inşadan kasd, 77'nci âyete kıyasen bir meni hücresine yazılan matematik genetik şifredir. Allah tüm insanları yaratmayı murad etmiş, hepsini kaydetmiştir. Bu hücrenin taşıdığı matematik hafıza bandını tasavvur etmek bile mümkün değildir. Zaten bu şifrenin değişmezliği nedeniyle Havva'yı Âdem'in kaburgasından dolayısıyla hücresinden yaratmıştır.

Yeryüzüne gelmiş geçmiş on milyar tahmin edilen insanların hepsine ayrı sima, hepsine ayrı parmak izi veren hilkat, işte Âdem'in meni hücresine kaydedilen matematik hafıza bandıdır. Âyet bu yüzden, o akıl almaz ilmiyle muhteşem yaratma sırrının sahibi, anlamına "halkın-Alîm" fatlarının tekrarıyla sonlanmaktadır.

Âyet 80: Şimdi Allah, kavranması güç hilkat sırrı içinde yeniden dirilmenin ilmî bir anahtarını veriyor:

"De ki: O size yeşil ağaçtan ateş çıkarandır. Şimdi siz onu tutuşturuyorsunuz. "

Bu âyet-i kerîmeyi yirminci asra kadar anlamak mümkün değildi. Nitekim önceki tefsirlerde Merh ve Affar ağaçlarına kıyasen, çakmak anlamı getirilmiştir. Ancak âyet: "Çürümüş kemik mi dirilecek" deyen şaşkına cevap vermektedir. Ne eskiden yapılan çakmak benzetmeleri, ne günümüzde yapılan elektrik, petrol benzetmeleri bu şaşkın sorunun cevabı olamaz. İtiraf edeyim ki, bu âyet üzerinde aşağı yukarı 30 yıldır durduğum halde, ben de 1983 yılına kadar açık olan hikmetini anlayamamıştım. Sonra Cenab-ı Hak lûtfetti gerçek yorumu buldurdu.

Âyeti şöyle inceleyeceğiz: Biz bir ateşi hangi kimyasal faktörle tutuştururuz? Yani arzda ne olmasa hiç bir şeyi yakamayız?

Oksijen: Arzdaki yegane nesnedir. Peki oksijen nereden çıkar? Yalnız yeşil ağaçtan çıkar. Bütün jeofizikçiler müttefiktir ki, arzın atmosferinde oksijen yeşil ağacın imajıdır, işte âyet:

Yeşil ağaçtan oksijeni çıkaran O'dur, hep onunla yanmayı sağlıyorsunuz (tutuşturuyorsunuz), buyurmaktadır.

Asıl işin önemli yanı, yeşil ağacın oksijen yapmasıyla ölümden sonraki diriliş. Ancak bu açık bilimsel gerçekten yola çıkılarak, mahşerle ağacın oksijen yapımı arasında ilgi kurulabilir. Cenab-ı Hak 78'nci âyette bildirdiği kâfirin küstahlaşmasına karşı buyuruyor ki:

Değil un ufak olmuş kemiği bir canlıyı yaksan dahi, ben onu her an diriltiyorum, fakat sen fark etmiyorsun. Bunun sırrı yeşil ağaçtan çıkan her gün yaktığın oksijen olayında gizlidir.

Bir canlı yakılsa, kül artığı dışında onun temel yapısı, su buharı ile karbondioksit haline gelir. İşte bu karışım yaprağa gelince câmid (cansız) olan her iki madde yaprağa verdiğim hay sırrıyla şekere dönüşerek canlanır. Çünkü karbon artı değerli iken, karbondioksitte cansızdı. Fakat yaprak onu eksi değerli karbona çevirerek şeker yapar ki, DNA dediğimiz molekülün ona yapım tarzı bu yoldan geçer. Bir yerde (yeşil ağaçta) oksijen çıkıyorsa, orada cansızdan canlıya geçiş vardır.

Ey apaçık muhasım olan sersem! Önce hayatın bu sırrını öğren ondan sonra ölüm, mahşer, dirilme konularına dil uzat.

İşte ben, her cansızı yapraktaki hay sırrıyla canlıya çeviren Allah'ım, kemiği diriltmek mi benim için mesele?!

Bu âyetin ayrıntıları da Kur'an Âyetleri ve Bilimsel Ger­çekler kitabımda üç dilden yayınlanmıştır. Ayrıntılar orada mevcuttur.

Cenab-ı Hak dirilik sırrını, böylece Kur'an-ı Kerîm'in'de 14 asır önce oksijeni ve yapılışını bildirerek açıkladıktan sonra, şimdi Yâsin'in son üç âyetinde tüm hilkat hikmetlerini açıklayacaktır.

Âyet 81: "Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya muktedir değil midir?"

Elbette O Hallâku'l-Alîm'dir." İç içe küresel 7 manyetik kuşak içinde milyar kere milyar yıldız yaratıp, onlara akıl almaz cazibe dengeleri veren, arzda akıl almaz hikmetler yaratan, yenisini yaratamaz mı?..

İmkânsız ve güç olan, böylesine akıl almaz sistemleri ilk kez yaratmaktır.

İşte Allah yüce evren sanatını sergiledikten sonra: "Ben Hallâku'l Alîmim diyor.

Daha önceki âyette yaratılışa ait bazı sırlara değindiği için "halkın alîm" tanımı geçmişti. Bu âyette tüm evrenin hilkat sırrı beyan edildiğinden, sonsuz ilmiyle (Alîm) akıl almaz yaratılışların mimarı, yaratıcısı (hallâk) için ölüyü yeniden diriltmek mesele mi?

Hem O'nun bunca akıl almaz yaratış sırrı, bir emeğin, bir çabanın mahsülü de değildir. Zira:

Âyet 82: "O'nun emri bir şeyi irade ederse, ona sade ol demektir, oluverir. "

Bu âyetin çağımızdan önce anlaşılması fevkelâde güçtür. Çünkü insanlar, her bir eserin bir emek sonunda meydana geldiğine alışmıştı. Bir matematik hesaplama için saatlerce uğraşmak gerekiyordu.

Bu âyet, çağımızdaki bilimsel gelişmelerin ışığı altında daha kolay kavranabilir. Ancak bazı kavramları birbiriyle karıştırmamak gerekir.

Sûre-i A'lâ'nın 2. ve 3'ncü âyetlerinde Allah, yaratılışı 4 temel kavram içinde tanıtmaktadır.

Sûre-i A'lâ, Âyet 2: O (Rabbin ki) yaratttı, (Yaradılışın 1. Safhası).

Tesviye etti. (Yaradılışın 2. Safhası).

Ayet 3: O(Rabbin ki) programladı; kaderledi, (Yaradılışın 3.Safhası)

Ve ihda etti. (Yaradılışın 4. Safhası)

Allah ilk üç yaradılış safhasını bir anda halkeder. İhda safhasını belli miada, ömre bağlar. Meselâ, bir insanı yaratmayı irade etmesi ilk safhadır. Onu tesviye etmesi ikinci safhadır. Bu safha, şekil ve biçim tayin safhasıdır.

Üçüncü safha, onu bir meni hücresine programlamasıdır. Bu üç safhada yaratılış tahakkuk etmiştir. Ve "kün" emri içinde anlık bir olaydır. Çocuğun 40 haftada doğması, yaratılışın İHDA safhasıdır ve bir miada bağlanmıştır. Artık her programı anne rahminde hazır olan çocuğun yeni bir yaratılış işlemine ihtiyacı yoktur. O sadece İHDAYA; yani zamanını tamamlayıp doğmaya muhtaçdır. Göklerin ve yerin 6 günde yaratılması olayı da aynıdır.

Bizim asıl konumuz "kün" emridir. Ve bu emir, anında yaratılış doğurur.

Kün emrinde: İrade, tesviye (şekillendirme) ve kaderlendirme (programlama) birliktedir ve iç içedir.

Meselâ Âdem'in çamurdan yaratılma olayını ele alalım:

Bazıları sanır ki, Allah çamura heykelimsi bir şekil verdi ve sonra ruh verip canlardırdı. Kesinlikle hayır! Allah Âdem'i bir kader şeklinde irade etti (istedi, arzu buyurdu) ve o çamura "kün" dedi. O anda çamurdaki azot, karbon, fosfor, hidrojen, oksijen molekülleri bir beden şekline dö­nüverdiler. Bu söylediğimiz moleküller, balçık çamurunda eksiksiz bulunduğu için, Allah Kur'an'da Âdem'in çamurunu balçık şeklinde tanıttı.

Âdem'in bedeninin oluşumuyla birlikte tüm insanların genetik kartını Âdem'in meni hücresine programladı. O anda gerçekte tüm bedenler yaratılmış oldu. Tarih boyunca insanların doğması olayı ise bir ihda hikmetidir.

Evrenin yaratılmasına ait olayları en yeni astrofizik bilgileriyle seyrederek "kün" emrinin azametini kavrarız.

Evrenler, tek bir noktadan, büyük patlama (big bang) dediğimiz olayda meydana getirdikleri an; ki bu an saniyenin binde biri kabul ediliyor. Galaksiler de, Kuasar dediğimiz yıldızlar içinde sıkışık, fakat programlanmış şekilde halkoldu. Ondan sonraki anda bir saniyede semaların manyetik kuşakları doğdu ve evren o saniye terimiyle yaratılmış oldu. Ancak, tıpkı insanlar gibi hâlâ evrende yerini almayı bekleyen galaksiler var. Bunlar altıncı semada kuasarlar içinde İHDA sırrını bekliyor.

Bir kuasar beşinci sema kuşağına düşünce, bir galaksi saniyede yerini alıyor.

Bu görüşlerin dışında tüm eski evren yaratılış kavramları tarihe karıştı. Tabii, tarihte yaşayanlar hâlâ evreni kör novaların oluşturduğunu sanıyor. Bir kısım marksistler bu tesadüf oyununu terk ederse, doktrinlerine inançları ölür. Bu nedenle ilmin tarih devrinde, evrim ülkesinde yaşıyorlar.

Ne yazık ki kendi kendini İslâm âlimi sanan bazıları da evrimin Kur'an'a uyarlığını söyleyecek kadar gaflet içindedir. Yâsin'in 82'nci âyetini okuyup evrim vardır demek Kur'an beldesinden habersiz yaşamak demektir.

Gözümüzü dört açalım, bugünün insanı, hangi dinde olursa olsun, ikiye ayrılıyor:

a) Evren tesadüftür, insan evrimle bu tesadüfün sonucunda ortaya çıkmıştır diyen inançsızlar.

b) Evren, Allah'ın sonsuz kudretiyle, binlerce nakış ve san'at inceliği içinde yaratılmıştır, diyen inananlar.

İş bu kadar basit; evrim inancı, zorunlu olarak marksist sosyolojiye, o da marksit ekonomiye inancı zorlar.

"Kün (ol) deriz, oluverir" hikmetinin kavranması, tüm yanlış inançlara da müthiş bir perdedir.

Âyet 83: Âyet üç bölümdür.

1. "O, herşeyin melekutu yedinde olan (ya da her şeye dilediği gibi tasarruf eden) subhandır. "

2. "Tesbih O'na. "

Âyetin bu iki bölümü şöyle tanımlanabilir:

Her olayın fizik ve,matematik gücü ile nizamı (melekût) O'nun tasarrufu (otorite ve hakimiyeti) altındadır. O'nu her türlü eksikten tenzih edin, tesbîh edin (sübhanellezi).

3. "Hep O'na döndürüleceksiniz (O'na intikal ettirileceksiniz, O'na götürüleceksiniz) ".

Âyet-i kerîmede geçen iki önemli kelime vardır. "eiyedihi melekut": Melekut, otorite ve kudretin tümüdür. Evrenin fizik ve matematik nizamının tüm yasaları, etki şartları yalnız O'nun yedindedir, demektir.

İkinci önemli kelime "Subhanellezi" kelimesi; ki subhan, Allah'ın bir önemli esmasıdır. Ancak burada fiilî durum vardır. Mânâ itibariyle iki tarz mütâlaası mümkündür:

a) Kâinattaki her şey O'nun melekût sırrı içinde tasarrufundadır ve O'nu tesbih ederler.

b) O'na tesbîh ki tüm her şeyin mülkü tasarrufu O'nun yedindedir.

Her iki mânâ da doğrudur. Şöyle ki: O'nun tüm evrenleri tasarrufu altında tutması, O'nun tesbih edilmesi hikmetini otomatik olarak doğurur.

Her tüm eşya O'nu tesbih ediyor, hem bize tesbîh emridir.

Tesbîh'e gelince: Cenab-ı Hakk'ın subhanlığını anlamak, kavramak, tekrar etmek ve her an anmak demektir.Bu eserimizden sonra ilk neşrolacak "Namazın Sırları" adlı kitabımızda bu konuda geniş bilgi bulacaksınız.

Ancak âyetin buradaki emri, tüm varlıkların Allah'ı her türlü eksikten tenzih ederek devamlı anış ve zikirleridir. Elektronun manyetik şipini, galaksilerin raksı, ışınların titreşimi hep bir tesbîhtir. Kırkıncı âyette anlatmıştım.

Meleklerin zikri de daim bir tesbih hareketidir. Şüphesiz âyet-i kerîme tüm varlıkların tesbihini dile getirerek subhanın huzurunda tesbîhe davet etmektedir.

"Çünkü tüm ona döndürüleceksiniz." Buradaki rucû etmek, döndürülmek kavramı oldukça zor anlaşılan bir tanımdır. Ancak, muhtelif âyetlerde bu kavram vardır.

"İNNA LİLLÂHİ VE İNNA İLEYHİ RÂCİUN"

"Allah'dandı Allah'a döndü."

Bu dönüşün nasıl bir dönüş olduğu konusunda çok çelişkili tartışmalar vardır. Özellikle müfessirlerle, mutasavvıfların tartışmalarının sonu gelmez.

Bu kavram için en doğru Kul ve Allah sınır çizgisini çok iyi bilmek gerekir.

Kul, Allah'ın bir parçası değildir. Rucû da O'na eklenmek değildir.

Emir âleminin sırrı içinde bilinmezliğini, daha doğrusu kavranmazlığını koruyan zırhın, emir âlemine tekrar intikali bu döndürülme (Rucû) olayıdır.

Döndürülme, çokluk âleminden teklik âlemine bir yaklaşımdır. Bu, ana tanımdır.

Daha basit olarak bir çok müfessirin kabul ettiği tanımlar vardır. Bence de yerinde ve makbuldur. Huzur-u ilâhiye çıkarılmak da bir rucûdur.

Kıymetli okuyucalarım. Böylece Yâsin-i Şerif deryasından bir katre sundum sizlere..

Kur'an'ın kalbi; yani evrendeki hayat dolaşımının merkezi demek olan bu esrarlı âyetler demetinde, elbette evrenin binbir nakşı gizlidir. Elbette ilâhi san'atın tüm incelikleri iç içedir.

Daha çok bilimsel yorumlarla zâhirî mânâları toplamaya çalıştiğım risale, inşaallah başlangıç olur. Yâsin'in enfüsî mânâsını aktaran yeni kitapları da sizlere sunmak nasib olur.

Sanırım çoğunuz Yâsin-i Şerîf'i ezbere bilirsiniz. Şimdiye kadar ezberleme fırsatı bulamayanlar da bu vesile ile ezberler. Ancak hiç değilse yüzeysel mânâları da öğrenmekte büyük fayda vardır.

Esasen Kur'an'ın ezberlenmesi farzdır. Ancak farz-ı kifâyedir, yani bir toplumda bir kişi Kur'an'ı ezberlemişse diğerleri üzerinden farz kalkar. Ancak büyüklerimiz, okur yazar müslümanlar için en az 20 namaz sûresi, Yâsin ve bunlar dışında çeşitli konularda en az 40 âyetin ezberlenmesini ısrarla istemişlerdir.

Önce de belirttiğim gibi, her türlü sıkıntıda, güçlükde, bunalımda Yâsin okumalıdır. Ayrıca Yâsin'in ilk sahifesi yeni doğmuşlara, son sahifesi son nefesini vermek üzere olanlara okunması islam geleneklerindendir.

Allah hepimize Yâsin-i Şerîf'in yüce hikmetlerini lûtfetsin ve onun temsil ettiği Fahr-i Kâinat Efendimize lâyık kullardan eylesin.

Kaynak: Onk.Dr.Haluk Nurbaki

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder